Gazete Vatan Logo

Bir devletin hazmetme kapasitesi

Bunca can, bunca yenen hak, bunca ölüm, bunca günah nasıl ola ki hazımsızlık yapmıyor?

10 Ocak 1999… 15 yıl önce firari bir adam, İstanbul Kartal’da yakalandı. Sonra tekrar firar etti, serbest bırakıldı, kaçtı, ülkeye iade edildi, ardından elini kolunu sallaya sallaya aramıza karıştı ve nihayet yine cezaevinin yolunu tuttu. O adamın kim olduğunu, neler yaşandığını anlamak için kanlı bir güne gitmek gerekiyor. Tam 36 yıl öncesine…

BÖYLE DEVRİMCİLİK Mİ OLUR?

Bir evi basmışlardı. “Böyle devrimcilik mi olur, evde bir silah dahi yok!” diye bağırıyordu adam. Reis’in yolladığı eter ile pamuğu aldı. Gençler kuvvetle muhtemel katillerine korku dolu gözlerle bakıyorlardı. Kesin olan ise yerde öylece yattıklarıydı. Elleri kolları bağlıydı gençlerin. Patlak gözlü, esmer adam –ki o da gençti o zamanlar- sırayla yerde yatanların yüzüne etere bulanmış pamuğu bastırdı. Bayılttı hepsini. O sırada kapı çaldı tam üç kez, kısa aralıklarla… Telaşlandı, yanındakilere kapıyı açmasını söyledi. Eve iki kurban daha gelmişti. Yıllar sonra kimileri onu “fikir adamı” olarak aklamaya çalışacaktı ama o gün akıl melekeleri durmuştu belli ki...

ÜÇ KURŞUN SIKIP ÖLDÜRDÜLER

Hem, sözünden çıkmadığı büyükleri vardı. Reis’i aradı. “Sonradan gelenleri alıp otomobile getirin” dedi telefondaki. Çıkardı tabancasını, gençleri arabanın arka koltuğuna oturttu. İstanbul-Eskişehir yolunda seyretmeye başladılar. 13. kilometrede durdu otomobil. Yanındaki arkadaşıyla birlikte gençleri yolun hemen kenarındaki tarlaya götürdü. Yürüdüler, yürüdüler, yürüdüler. Ve kafalarına tam üç kurşun sıkıp öldürdüler. Ama planları bozulmuştu. Evde esir aldığı gençleri işte böyle ikişer ikişer aynı yere götürüp “işi bitirecek”ti. Planın değişmesinin nedeni mi? Bulundukları sokaktan ekip arabalarının sürekli geçiyordu, risk alamazlardı.

'TELLE BOĞARIM'

Geriye kalanları nasıl öldüreceklerini tartışıyorlardı şimdi. Ses çıkmaması lazımdı yoksa yakalanırlardı. İşte o sırada aklına bir fikir geldi. “Telle boğarım” cümlesi çıktı ağzından. Suç ortakları bile şaşırdı bu teklife. Osman’ı telle boğacaktı, denedi de. Ama yapamadı. Vicdanı sızladığından değil başaramadığından... Havluyla boğarak son verebildi kurbanının hayatına. Ortalık sakinleşince (!) diğerlerini tek tek çıkarttı daireden dışarı. Serdar’ın mide ve bağırsaklarına üç kurşun sıktı. Hürcan’ın kalbiyle böbreğine, Efraim’in başına, Latif’in akciğerlerine saplandı kurşunlar ikişer üçer…

EN GENCİ 20, EN BÜYÜĞÜ 26!

Tarih 9 Ekim 1978’di. Ankara’da Bahçelievler’de yaşanıyordu katliam. 15. sokak, 56 numaralı apartmanda... Abdullah Çatlı emretti, Haluk Kırcı öldürdü o 7 öğrenciyi, yanındakilerle birlikte... Sadece Serdar Alten sağ çıktı katliamdan. “Bizi vuranlardan birinin göz kapakları şişkin tam esmer birisiydi” dedi. Haluk Kırcı’yı tarif ediyordu. Kullandığı aracın plakasını verdi ve sekiz gün sonra o da hayatını kaybetti. Peki, ne oldu o Haluk Kırcı’ya? 8 Kasım 1980’de yakalandı. Yazılı ifadesinde Türk milliyetçileri olarak tarihi misyonlarını tamamladıklarından söz ediyordu. “İnandıklarım uğruna mücadele ettim, şeriatın kestiği parmak acımaz” diyordu. 7 kez ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı.

YANLIŞLIKLA TAHLİYE VE FİRAR

İlk kez 26 Nisan 1991’de “yanlışlıkla” tahliye edildi. 1996’da kaderin bir cilvesi mi demeli bilinmez, İstanbul “Bahçelievler”de yakalandı. Ve aynı gün nasıl olduysa Emniyet Müdürlüğü’nden firar etti. Sanki bir tür dokunulmazlığı vardı Kırcı’nın. Yeniden aranırken 15 yıl önce Kartal’da yakalandı. Ama bitmedi, 18 Mart 2004’te ise ikinci kez “yanlışlıkla” tahliye edildi. Aynı yıl Ekim ayında Ukrayna’nın başkenti Kiev’de yakalandı. Ukrayna’ya iltica talebinde bulununca iadesi gecikti. Ancak 4 Şubat 2005’te iadesi gerçekleştirilebildi. Sadece Bahçelievler katliamının sorumlusu değildi, Balgat katliamında da adı geçiyordu. Savcı vekili Doğan Öz, Kemal Türkler ve Ömer Lütfi Topal cinayetlerinde de... Susurluk çetesi hükümlüsüydü. Çatlı’nın en yakın dostu bahsettiğim kişi. Bir nevi Türkiye topraklarının İdi Amin’i. Yakalandı, kaçtı, kaçmasına göz yumuldu, serbest bırakıldı, tekrar cezaevinin yolunu tuttu. Ama devlet onu sorgulamadı. Devlet ona sus dedi. Çatlı öldüğünde, cenazesine katıldığında, sıradan biri gibi camiye geldiğinde belki de devlet ona uzaktan selam etti. Kırcı’nın ilişki ağlarına girmiyorum bile. Çok merak ediyorsanız düğün dernek fotoğraflarındaki o “vali-vatandaş” ilişkisine göz atabilirsiniz.

GENCECİK İNSANLARIN HAYATINA SON VEREN...

Ve son kez, 7 Şubat 2011’de Üsküdar’da gözaltına alındı, organize suçlara götürüldü, sağlık kontrolünden geçirildi, savcılığa çıkarıldı ve tutuklanarak cezaevine konuldu. Ama bugün merak etmekten sıkılmayanlar, gencecik insanların hayatına son veren Bahçelievler katliamının emrini kimin verdiğini, Kemal Türkler’in ölmesini kimin istediğini, Savcı vekilinin neden öldürüldüğünü ve Kırcı’nın Susurluk ile bağlantısını merak ediyor. Üç yıl daha cezası var Kırcı’nın. Aslında bu yazı, tam 15 yıl önce yakalanan, sonra tekrar serbest bırakılıp yeniden hapishaneye sokulan bir adamı anlatmıyor. Bu yazı Türkiye’nin ezberlerini anlatıyor. Yeni değil, uzun yıllardır süregelen Türkiye’deki adalet anlayışının köhneliğini, acımasızlığını, işine geldiği zaman gözüne kestirdiğinin sırtını sıvazlayan devletin ise çok da vakıf olamadığımız kirli sırlarını anlatıyor.

HAK YILLAR YILI YENİYOR

Ezberlerin aslında nasıl da tekrarlandığını, nefes almanın gerçek manasıyla hürriyet olmadığını, havanın aynı ama herkesin aynı havayı soluyamadığını anlatıyor. Ortalığın bezirgândan geçilmediğini, insanların zulüm görüp iğdiş edildiğini söylüyor. Mazlum, masum, ekmeğini taştan çıkartan ve daha nicesi bir güzel indiriliyor mideye bu memlekette. Hak, yıllar yılı yeniliyor. Bu ülke nicedir; cinayetlerin sistematik bir şekilde işlendiği ve faillerinin de aynı şekilde cezasız kaldığı, adalet terazisinin dengesini her seferinde şaşırdığı bir ülke. İşkencenin, işkence altında ölümlerin, meçhul tetikçilerin eksik olmadığı bir memleket Türkiye… Bu memlekette cezasızlık kimileri için bir devlet politikasıyken, mahpus yolu bazıları için de kuşaktan kuşağa sarkan bir alışkanlık gibi. Siyasi cinayetler sonrası son 20 yılda –ki o 20 yılın üzerinden 7 hükümet geçmiştir bir silindir gibi- siyasi bir cinayetin, gözaltında ya da cezaevinde gerçekleşen ölümlerin sorumluluğunu üstlenmiş bir babayiğit gördünüz mü? Peki ya sırf bu sebepten istifa etmiş bir polise, bir emniyet müdürüne, kaymakama, valiye, bakana, başbakana veyahut bir müsteşara rastladınız mı? Hadi bunlar birer ütopya. Hiç üzülenini, içi acıyanını gördünüz mü?

VE O DEVLET HALA VAR!

Dün Ankara’da, Sivas’ta, Maraş’ta, Çorum’da, Hayata Dönüş Operasyonları’nda bir devlet vardı... Bugün Uğur Kaymaz’ın, Ali İsmail’in, Ethem’in, Abdocan’ın, Roboski’de 34 insanın öldüğü, öldürüldüğü Türkiye’de de yine bir devlet var... Metin Göktepe’nin, Uğur Mumcu’nun, Hrant Dink’in, Ahmet Taner Kışlalı’nın hayatını kaybettiği yerde de aynı devlet vardı... Ve o devlet hala var... Adaletin yerini bir türlü bulamadığı, insanların vicdanlarını adam akıllı tatmin olmadığı ve insan hayatının çok ucuz olduğu bir ülke Türkiye. Şimdi yıllardan bu yana olduğu gibi, aklımın yettiği günden bu yana anlamaya, sorgulamaya çalıştığım gibi yine soruyorum. Bunca can, bunca yenen hak, bunca ölüm, bunca günah nasıl ola ki hazımsızlık yapmıyor şu sizin devlet dediğiniz şeyde? Sahi, siz hiç konuştunuz mu kendisiyle?

Haberin Devamı