80’leri renkli televizyon ile anlatan kitap

Bu cümle, Onur Gökşen’in Okyanus Yayınlarından çıkan ve 3'üncü baskısını yapan kitabının adı. Ayrıca ilk yazının da başlığı. Ne güzel değil mi?

Hemen düşünüyorsunuz evinize gelen ilk renkli televizyonu, videoyu, müzik setini… Kendinizi ne kadar güçlü ve ayrıcalıklı hissettiğinizi… Dönem kitaplarının en güzel tarafı, sadece bir dönemi anlatarak hiç bilmeyenlere dönemin ayrıntılarını vermek değil, onu bilenlere tatlı bir yolculuk yaptırmak…

80’leri renkli televizyon ile anlatan kitap

Sadece kendini, kendi evini düşünmüyor insan, bu tür dönem kitaplarıyla o zamanki insanları, hayata bakış açısını, doğru ve güzel anlayışını da bugünle karşılaştırma imkanı buluyor.

Onur Gökşen, 80’leri anlatırken kendini, ailesini, hayata hangi pencereden baktığını küçük, tatlı, naif ve canlı hikayeleriyle anlatıyor.

Satırlarda hem küçük bir çocuğun yaşadığı ani iniş çıkışları, başarısızlık kaygılarını, yenilgilerini, zaferlerini buluyorsunuz hem de bunu olabildiğince halk diliyle anlatmayı başardığı için çok gülüyorsunuz. Bazen içiniz daralıyor onun gibi, bazen acı çekiyorsunuz. Ben de olsam bunu böyle yazardım, tam da bu sözcükleri seçerdim, diyorsunuz.

Haberin Devamı

Küfürler, argolar var kitapta. Ama hayatın içinde de var işte! Hatta sözlükleri bile var, okuyunca ya da duyunca ne olduğunu bilelim diye. Hayatın içinde hayata, etrafa, kendine küfrederek rahatlayan, ancak küfrederek derdini anlatan insanlar da var. Hoş karşılanmasalar da bu böyle… Bunu başarılı bir biçimde yansıtabilmiş kitaba…

Bu çocuğu tanıyorum diyorsun

Çok da rahatsız olmuyorsunuz çünkü kahramanlar böyle insanlar. Doğru tasvir ve tahlil edildikleri için kitap hemen bitiyor elinizde ve bitti diye üzülüyorsunuz. Kendi hayatından kesitleri içeren kitabın, birbirinden bağımsız küçük olaylarla zincirlenmiş örgüsü sizi alıp götürüyor. Tanıdık ve bir o kadar da bilmediğiniz yönleriyle karşılaşıyorsunuz hayatın.

Bu çocuğu tanıyorum, diyorsunuz ortak noktalarınız olmasa da… Ya da ortak noktalar buluyorsunuz anlattığı her hikayenin sürpriz sonlarında.

Çok başarılı kelime oyunları yapıyor yazar… Bu onun kişiliğiyle ilgili diye düşünüyorum. Bu bir yazarlık taktiği değil, olamaz da… Yaşanmışlıkları olmasa bu kadar güzel yapamazdı bu kelime geçişlerini. “Tam on yedi yaşındayım ve on altı yaşındayken sahip olduğum hiçbir şey artık hayatımda değil; Şarköy’deki evimiz satılmış, babam yok, arabamız yok, okulum yok, arkadaşlarım yok. Çok değil, daha altı ay önce her sabah güle oynaya okula giderken şimdi her gün Cevizli’de bir konfeksiyon atölyesine gitmek zorundayım. Ters dönmüş bir kaplumbağa gibiyim, bu hayatı toparlamamın imkanı yok. Neyse ki maç var.”

Haberin Devamı

Bu okuduğunuz satırlar, gençliğinizdeki çare arama ve bulma potansiyelinizi ve hayatı olduğu gibi görme becerinizi hatırlatmadı mı size? Yaşınıza göre bugünün gençliğinden ne kadar güçlü ama bir o kadar da çocuk olduğunuzu düşünmediniz mi?

Hayatın bunca zorluğunu omuzlamayı başarmış on yedi yaşında bir gencin, oynanacak bir dünya kupası maçına sığınan çocuk kalbinin güzelliğini içinizde hissetmediniz mi?

Ve yazı şöyle bitiyor:

“Ama o yıl Dünya Kupasına gidemedik, babam da asla geri dönmedi. Esas önemli olan o ikisiydi, yirmi yılda yaşadıklarım değil.” Kitap, minik bir cep kitabı.

Haberin Devamı

Uçağın kalkış saatine kadar okuyup bitirdim. Bazen gözlerim doldu, bazen kendi kendime güldüm, beni deli zannedeceklerini sandım etraftakilerin. O kadar hoştu.

DİĞER YENİ YAZILAR