Kimseye benzemeyen kendine has bir adam!

Haberin Devamı

Mehmet Ali Birand’ın bir rekoru da “taklidi en fazla yapılan” gazeteci olmasıdır.. Sahnede sıkça taklit edildi ama meslekte edilemedi..

Ne kimseye benzerdi ne de işinde taklit edilebilirdi..

Babıali’ye kendisi gibi geldi, kendisi gibi çekip gitti..

Giderayak, hakkında yazacağımız muhtemel bir vedalaşma yazısının formatını da verdi..

“Güzel yaşadım.. İyi insandı, desinler.. Arkamdan bunu söylesinler, yeter..”

Bunu söyleyip de gitmek zordur..

Hayata doyulmaz.. Ne kadar güzel yaşarsa yaşasın, o güzellikleri aşacakmış gibi gelir insana..

Herkes, kendi akıbetiyle ile ilgili bir şeyler söyler ama insanların çoğu kendi söylediğine bile inanmaz..

Mehmet Ali Birand inanıyordu..

Amansız hastalığı ile kıyasıya kavgaya girdiği son iki yılda buna hem inandı hem de kavgadan asla vazgeçmedi..

Nasıl mı bu kadar emin konuşuyorum? O sürecin bir iki özel parçasına tanık olduğum için..

***


Mehmet Ali Birand ile son iki yılda birkaç kez beraber olduk.. Hepsi de futbol topunun peşinde dolaşırken.. Güney Afrika’da, Berlin’de, Kiev’de..

Hepimiz hastalığını biliyorduk..

Hiçbirimiz onun kadar umutlu değildik.. Ama hissettirmemeye çalışarak gözlediğimiz Mehmet Ali Birand’ın hissiyatı bizimkilerden farklıydı..

Rasyonel bir gazeteci olarak, eğitimli bir insan olarak; bu hastalığın sonunu getirebileceğini kabul ediyordu.. Bir yandan da ona rağmen yaşadığı her günün tadını çıkarmaya çalışıyordu..

İkinciyi anlatan gayretin içinde “asla sönmeyecek olan bir umut” vardı..

KAVGASIZ OLMAZ

“Yenilebilirim de.. Ama kavga etmeden değil..”

Kendisi için tarifi böyle koymuştu.. Hiçbir şeyden eksik kalmak istemiyor gibiydi..

Veya onun her zaman dışa vurduğu bu hâlini bizler hastalıkla birleştirip, böyle bir sonuca varıyorduk..

Oysa yaratılıştan öyleydi.. Kargaşanın, hengâmenin, değişikliğin peşinden koşardı..

Sağlıklıyken gayet normal algılanabilecek bu durumun hastalığın gölgesinde “hayattan vazgeçememe..” gibi görünmesi o sebeptendi..

Güney Afrika’da Sun City’deydik.. Dünya Kupası sona ermişti, artık İstanbul’a dönecektik..

Final gecesi açık havada düzenlenen bir konsere Mehmet Ali Birand, oğlu Umur ve ben ilk gidenlerdendik..

Öyle tez canlıydı ki benim gibi geniş mi geniş birini dahi kendine uydurmuştu..

“Otelin barında sıcak sıcak oturmak varken ne işimiz var burada.. patladık mı?” diye söylenip durdum..

“Vırvır etme ulan, tadını çıkar..” deyip gülüyordu.. Bir de kendisini, seyirciler için konulmuş battaniyelerle sarıp sarmalıyordu..

Herkesten fazla üşüyordu..

Hastalık sinsice bünyede zafiyet yaratmış meğer.. Ortada teşhis yok.. Ama şiddetli bir üşüme hâli var..

Umur durmadan battaniye taşıdı.. O da sarılıp sarmalandı.. O zaman söyledi Güney Kutbu Denizine gideceğini..

Biz İstanbul’a onlar baba oğul tam tersine..

“Ne var orada..” dedim.. Kafes içinde denize dalıp, deryanın baş yırtıcılarından köpek balıklarının hâllerini seyredeceklermiş..

“Seni bir tanırlarsa kafes filan dinlemezler.. İyi düşün..” diye takıldım..

Sonradan öğrendim ki dediğini yapmış, üstelik hafiften bir tehlike atlatmış..

***


Hastalık haberi bu çılgınca turistik performanstan sonra geldi..

En önce yapılacakların hepsi yapıldı..

Ameliyat, ilaçlı tedavi, bakım derken bir de baktık ki Mehmet Ali Birand yine ekranda..

Hastalığın izlerini yüzünde taşısa da erkandaki coşkusundan, bildiğini okuma hâllerinden hiçbir eksikliği yok..

O zaman bir kez daha inandım ki pes etmeyecek.. Kiev’de yine yollarımız kesişti..

Oğlu Umur her zamanki gibi babasının yanındaydı ve neredeyse her saniyesi ile ilgileniyordu.. Yemesi, içmesi, ilaçları, dinlenmesi..

Lakin Mehmet Ali Birand zaptedilecek gibi değil ki.. her yere en önce o koşmak istiyor..

KİEV’DE SON KEZ

Şehir turuna çıkacağız.. İki seçenek var.. Biri araçlı diğeri yaya.. Araçlı biraz hızlı, çok şeyi görmeyi ıskalatan bir uygulama..

Birand’ı düşünüp arabalı olsun, diyecek olduk.. İtiraz etti.. Yürüyerek gezmeyi istedi.. Dört kilometrelik turun sonuna kadar “ıh” demedi..

Final maçına giderken de “güvenlik” gerekçesi ile yola araç sokturmayıp, iki kilometre yürüttüler bizi.. Mehmet Ali Birand için arabalı ulaşım yolu denedik..

İzin vermediler.. O da yürüdü..

Ali Kırca, Gürtay Kıpçak, Servet yıldırım, Mehmet Tezkan, Umur, Fikret Ercan yürüdük ha yürüdük..

Artık hastalığını biliyoruz.. Gözümüz Mehmet Ali Birand üzerinde.. Onda “tık” yok..

Oysa finalden bir gün önce ateşlenmişti..

Maçtan sonra da aynı yolu otobüslere kadar yürüyerek döndü.. O günden sonra da o neye inanıyorsa ben de inandım.. Bu adam pes etmez arkadaş, dedim kendime..

“Korkacak bir şey yok..” veya “Daha çok zamanımız var..”

Bursa’ya belgesellerimizin yönetmeni Hacı Mehmet Duranoğlu için yüzük takmaya gitmiştik..

Hacı Mehmet de Birand’ın yetiştirmelerinden biridir.. Elinden tutup, ekmek kazanacağı bir marifet edindirdiklerinden..

***


Gecenin saat onu mu neydi? Zııır, diye Hacı Mehmet’in telefonu çaldı.. Arayan Birand’tı..

Hem nişanı kutluyor hem de gelemediği için nezaketle mazeret beyan ediyordu..

Evin içine neş’e bombası gibi düştü telefonu.. Herkes sevindi.. Ne bilelim o ortak anların son ortak sevincimiz olduğunu..

Söylediği gibi gitti işte..

Hastalıkla beraber son iki yılının her gününün kıymetini bilip, tadını çıkararak..

Ve ölüm acısının etrafında, ülke çapında bir “saygı ve sevgi ortaklığı..” yaratarak..

Ölümünden evvel verdiği son röportajında, hakkında ne söylenmesini dilediyse hepsi söyleniyor..

Kimsenin önceden kestiremeyeceği müthiş bir başarı bu..

Güle güle Mehmet Ali Birand!

DİĞER YENİ YAZILAR