Oscar’lık “127 Saat” filminin hallerimize uyan bir yanı yok..

Haberin Devamı

Biz, şehirlere egemen kılmaya çalıştığımız kasaba kültürü ile vurmalı kırmalı sporlar arasında kalmış bir ahaliyiz.. Hafta sonu; bisikletini alıp, portatif müzik aletini boynuna takıp kendini dağlara, bayırlara vurmak bize göre işler değil..

Siz bir avuç insanın “rafting, tracking..” deyip çayıra, bayıra koşmasına kulak asmayın.. Onlarınki okumuşlara özgü bir heves..

Kötü mü yapıyorlar? Tövbe haşa.. En iyisini yapıyorlar ama sürünün içinde kara koyun gibi kalıyorlar..
Biz seyirlik sporları severiz.. Birileri bir şey için kapışacak, biz de dışarıdan konuşacağız..

1920’lere gelinceye kadar en birinciye gelen “seyirlik sporumuz” güreşti.. Ata sporu, derler.. Bizim hanemize yazarlar..

Güreş kimin ata sporu değildi ki?

İnsanoğlu en iptidaisinden taş, sopa gibi aletleri kullanana kadar, ihtimal enerjisini boşaltmak istediğinde birileri ile güreşiyordu..

***

Bakın Antik Yunan’a.. Olimpiyatların başladığı iddia edilen yıllara.. Yani en azından iki bin küsur yıl öncesine..
Helenler güreşiyordu.. Spartalılar da.. Traklar da.. Makedonlar da.. O dönemden kalma çanak çömleklerin üzerinde, anadan üryan güreşen isimsiz pehlivanların suretleri vardır, müzelerde saklanır..

Demek ki güreş sadece bizim ata sporumuz değil, sallamayalım..

Zaman ilerleyip de medeniyet detaylandıkça insanlar “spor namına” daha rafine etkinliklere yöneldiler.. Spor şehirleşe şehirleşe taaa “Kriket” diye bildiğimiz modern çelik-çomak oyununa kadar gelindi..

Güreş gibi önce güce dayalı sporlar da her toplumda köylülere havale edildi..

ATA SAHİPSİZ..

Ben ortaokul çağındayken, coğrafya dersinde “Türkiye’nin nüfusunun yüzde yirmi yedisi şehirlerde yaşıyor..” diye öğretirlerdi..

Şehir dediklerimin içinde yolu tozlu, hanları bitli kasabalar da var.. Gerisi kuş uçmaz, kervan geçmez köylerde..

Güreş o sayede 1960’lı yıllara kadar bir numaralı spor olarak geldi..

Ne zaman ki göç, nüfus dengesini tersine çevirdi.. Güreşin yerini futbol aldı..

“Atatürkümüz güreşi çok severdi..” edebiyatı dahi bu sporu kurtarmadı.. Şimdi büyük kentlerin içinde öbeklenmiş köyler var ki biz onlara “varoş” diyoruz, orada da güreş yok..
Başka türden vurdulu kırdılı sporlar var..
Güreş hani ata sporuydu? Vazgeçilmezdi?
Elin Koreli’sinin, Japon’unun, Çinli’sinin “Ha.. Hu..” sporları ile bu akrabalığımız nereden?

Cevabı bende var, yani belli olmasına bellidir ama şimdi buraya yazıp kendisini “Çekik gözlülerin ata sporuna adamış yetmiş iki çeşit federasyonu..” üzerime çağırmayayım..
Şöyle yuvarlayayım lafı..

İçimizdeki enerji fazlasını, kırıp dökme isteğini artık “futbol” denilen etkinlikle tatmin ediyoruz.. Oynadığımız futbolun rugby’den, karateden, profesyonel bokstan farkı yok..

Elin yabancısı geliyor liglerimize.. Kendi ülkesinde sezonda ellinin üzerinde maç yaparken burada yirmi maçı zor çıkarıyor..

Sezonun gerisi Baltalimanı Kemik Hastanesi’nde geçiyor..
Herkesin ayağı ile yaptığı bu spor, biz de döner bıçağı ve muşta desteği ile başka türden bir deşarj aracı oluyor..
Allah sporcularımızın bileğine kuvvet versin..

***

Oscar’a aday gösterilen “127 Saat” filmi, Amerika’nın Utah eyaletinde yaşayan Aron adındaki genç bir dağcının hikâyesi.. Yani gerçek hayattan alınma..

Bir hafta sonu bisikletine atlayıp “Blue John” kanyonuna doğru yola çıkan Aron başına geleceklerden habersiz, çayıra salınmış mutlu bir dana gibidir..

Yerinde duramaz.. Bisikletin nefesinin kesildiği yerde yoluna yaya devam eder..

Karşısına çıkan kendisi gibi sporcu iki kızla iyi zaman geçirir.. Sonra Blue John kanyonuna tek başına yol alır..

RAKAMA BAKIN

Aron, şehir hayatının kapadığı gözü doğanın içinde açmaya çalışan bir sporcudur.. Kanyon’un daracık yarıklarına sırtını verip, ayakları ile karşı duvarı adımlayarak tehlikeli işler yapar..

O tehlikeli yolculuklar zaman zaman kendisini, o yarığın altında gizlenmiş küçük mağara gölleri ile buluşturur..
Bu kez de öyle yapacaktır..

Gölün üzerinde kendini salıp suya yirmi, otuz metreden düşecek ve o rüya gibi atmosferi kendi şahsi havuzu gibi kullanmanın keyfini yaşayacaktır..
Lakin bir insan kadersiz olmasın..

“Murad ederse arabasını dağdan aşırır kişi.. Murad etmezse muhallebi yerken kırılır dişi..” demişler..
Aron’un durumu da bu.. Kanyonun bir metreyi bulmayan enindeki çatlağında, yengeç gibi yanpiri yanpiri ilerlerken yukarıdan bir kaya yuvarlanır..

Oğlanın sağ kolu kaya ile kanyon duvarı arasında sıkışır.. Bundan sonrası tam beş gün sürecek olan bir hayatta kalma mücadelesidir..

Filmin sonunu söyleyip dağıtımcının bedduasını almayayım..
Ama seyre değer bir çalışma..

Hem yaşanmış bir serüvene seyirci olarak ortak oluyorsunuz hem de kendi hayatınızı çaktırmadan sorguluyorsunuz..
Şimdi soru şu..

Kendisini şehirde yaşadığı için şehirli sanan bizim ahali, böyle bir “şehirden kaçış” hikâyesini, insan ile doğa arasında geçen bir alternatif sporu sever mi?
El cevap: Box Office rakamlarına bakın..

***

Sinemalarda hangi filmlere kaç kişi gitmiş, rakamlarına baktım.. “127 Saat” filmi nüfusu Yunanistan’dan fazla İstanbul’da topu topu on iki bin kişi..

Kurtlar Vadisi dördüncü hafta da 1.8 milyonu bulmuş.. Son hafta Alemdar Polat’ın tek başına İsrail’e dalması, Arap ülkelerinin el ele verip dağıtamadığı İsrail ordusunu tek başına tarumar etmesi ahalimize daha bir lojik, daha bir mantıklı gelmiş..

“Kral’ın Konuşması” otuz binde kalmış..
Bu iki film için gazeteler neredeyse bütün hafta sonu eklerini seferber etmişlerdi..

Kral’ın hikâyesine “Ne konuşuyo la bu kekeç?” diye bakılmış.. Aron’un akıl almaz serüvenine ise “Ne işin vardı o dağın başında Ö duğumun çocuğu?” tepkisi verilmiş.. Bu da film yapımcılarına ders olsun..
Hayda bre pehlivaaan

DİĞER YENİ YAZILAR