Bilinçli bir turist buraya yanında yemeği ile gelir

Haberin Devamı

Anadolu’nun incisi kentlerimizden Denizli’yi kastediyorum.. Resmi kelle sayısı yarım milyon olan bir kentte ziyaretçiysen ister istemez nerede ne yiyeceğini kendine dert edersin.. Denizli’de böyle bir dert yok.. Çünkü şehirde “anladığıma göre” tavsiye edilebilecek bir lokanta yok..

Spottan devam ediyorum.. Denizli’de yol yordam bilmiyoruz , üstelik açız..

Lokanta konusunda kime akıl danıştımsa bana “Antalya yolu üzerinde bazı yerler var ama..” şeklinde cümle kurdular..

Antalya yolu.. Lokantalar neden orasını seçmiş acaba?
Pamukkale’ye gidip gelirken ıssız yol üzerinde birden ışıl ışıl bir mekân görüyorsun..

Işıl ışıl diyorum.. Sebebi o binanın ön cephesinin baştan aşağı ışıklı kablolarla süslenmiş olması..

Mavi, sarı, yeşil, kırmızı renkte kablolar..

Gecenin karanlığında bunun bir bina olduğunu anlamak zor..

O zaman da “yol üzerinde otostop çeken bir noel ağacı” var gibi geliyor insana..

***


O ışıklı mekânların resmi adı disko.. Yüksek müzik eşliğinde dans edilen bir mekân yani..

Frank Zappa’nın yorumu biraz daha değişik..

“Ritim duygusundan yoksun insanların karanlıkta birbirine sürtünerek dans ettikleri yerlere disko denir..” diyor hazret..

Her neyse.. Köy yolları üzerine disko yapmak fikri durduk yerde çıkmamış ortaya anlaşılan.. Tekstilden gelen paranın bir yerlerde ezilmesi lazımmış..

Olaya katılan herkes bu girişimlerin hakkını vermiş..

Olan hükümet adamlarının verdiği rüzgârla mı ne içkili mekânlara olmuş..

Esnaf lokantası değilsen yallah Antalya yoluna..

OTEL YEMEĞİ..

Bunca yıllık seyyahlığım bana mecbur kalmadıkça otellerde yemek yenmeyeceğini öğretti..

Tabii bu “öğreti” adam gibi lokantaların şehir dışına sürülmediği coğrafyalar için geçerli..

Sabah geç uyandığımdan otelin açık büfe kahvaltısını kaçırmış oldum.. Oda servisini aradım.. Artık karşıma kim çıkmışsa adam ne dediğimi anlamıyor..

Sabahları uyandığımda gözüm görür, kulağım duyar ancak konuşma yetim yarım saatten önce işlemez.. Doğal olarak çıkardığım homurtulara da konuşma denmez..

Oda servisindeki çocuk “Ne dediğinizi hiç anlamıyorum beyefendi..” deyip telefonu yanındaki kıza verdi..

Son bir gayretle yeni bir cümle kurdum.. Kızın o cümleye tepkisi, ahizeyi eline veren oğlana dönüp “Ay ne dediği hiç anlaşılmıyor..” oldu..

Diretmeyip kapattım.. Yarım saat sonra oda servisini yeniden aradım.. Konuşmam kendime gelmiş.. Bir Clup Sandviç ısmarladım.. Yanında da çay..

Yirmi dakika sonra Clup Sandviç niyetine bir şey geldi..

Tavuklara serpilmek üzere lokma lokma ufalanmış gibi duran kızarmış ekmek parçalarının arasına tavuk eti koymuşlar..

Ortaya çıkan eseri kendileri de beğenmemiş olacak ki “Senin gibi clup sandviçi yaşatmam..” deyip o kılıç şeklindeki plastik nesnelerden saplamışlar..

Acaip bir şekil çıkmış ortaya..

Aynı şekli taştan yap.. Götür İstanbul Modern’e.. Bedri Baykam’ın eseri diye teşhir et..

Sandviçi tabakta bırakıp otelden çıktım.. Niyetim şehre inip orada başka bir şeylerle nefsimi köreltmek..

***


Atatürk Bulvarı üzerindeki açık hava çay bahçesine oturdum.. Çayımı ısmarlayıp bir de karışık sandviç söyledim.. On dakika sonra geldi..

Sandviç diye ezdiği ekmeğin şeklen deforme olmasını anladım da nasıl becerip o hamurdan yapılma nesneyi köseleye çevirebildiklerini anlamadım..

O nesneyi bir ayakkabı tamircisine götür.. Sandviç olduğunu söyleme, kundurana pençe yapsın..

O ayakkabı seni üç ay daha idare eder.. Yaradana sığınıp iki üç lokmayı kopardım, çiğnedim; kahvaltı yerine geçti..

Sonra aklım epeyce uzamış saçlarım takıldı..

Bulvarın üzerinde gezinip, berber dükkânı aramaya başladım.. Bulamadım tabii..

BERBER ATALAY

Bir pasajın önünde dikilmiş gençten birine sordum.. Ardındaki pasajı gösterip “İçerde var bir dükkân” dedi..

Acaba tıraşı nasıldır, filan diyecek oldum.. “Berberin sanatını mı soruyorsun sohbetini mi?” deyip kafa buldu benimle.. Gülüştük..

Dükkâna girdiğimde usta oldukları belli iki kişi karşılıklı tavla oynuyordu, içerde tek müşteri de yoktu.. Doğal olarak tıraş yarım kesildi..

Adının Cevdet olduğunu söyleyen berbere kelleyi teslim ettik.. On beş dakika sonra koltuktan kalktığımızda belli ki kaşındık..

Tavlayı gösterip “Usta olan kim?” diye sordum..

Böyle bir soru meydan okuma yerine geçer.. Diğer berber eliyle tavlanın boş olan tarafını gösterip, bizi buyur etti..

Atalay Usta imiş rakibimiz..

Saçları hafi dökük, gözlükleri sivri burnunun ucuna kadar inmiş, az konuşan biri.. Ekstradan aksi ve gergin.. Zaten berberden çok maliyeciye benziyor..

Ver eline bakanlığını, sadece ters bakışlarıyla vergi gelirini yüzde kırk arttırsın..

Başladık oynamaya..

Pulunu açık yakalıyorum, vurup kaçıyorum.. Sinirleniyor..

Nezaketinden bir şey de söylemiyor.. İlk oyunu alıp ardından üç oyun arka arkaya verince siniri dayanmadı..

“Vurduğun zaman kaçamazsın, pulun orada kalacak..” dedi..

***


Böyle bir kural ne kahve tavlasında ne de uluslararası tavlada yok.. Atalay Usta ile Cevdet Usta kendi aralarında icat etmişler..

Kuralı haysiyet meselesi haline getiren ise Atalay Usta..

Uygulamayana kızıyor..

Çaresiz oynadık.. Attığım her iyi zara kızdı, ifrit oldu..

Dükkâna girdiğimde tanımışlardı, kimliğim faş olmuştu.. Bu yüzden çevre dükkânlardan kimi meraklılar da üşüşmesin mi başımıza?

Atalay Usta da ters zar attıkça geriliyor, o gerilim bana da geçiyor.. Gidişata göre kavga çıkma ihtimali bile var..

Çaresiz gevşettim biraz oyunu.. Oyun dört dörde geldi.. Son oyunu “zar azıtması” sayesinde alıp, partiyi kazandım..

Kendimi o hızla dışarı attım.. Ben dükkândan çıkarken o hâlâ “Böyle şans görmedim arkadaş..” diyerek seyircileri azarlar gibi söyleniyordu..

Nasıl bir terör yaratmışsa çevresinde.. Bir Allah kulu da “İyi de oynuyor ama..” diyemedi benim için..

Yine de kârlı olan bendim.. Deplasman deplasmandır..

DİĞER YENİ YAZILAR