Geldik ‘laikliğin’ değiştirilmesine!

Haberin Devamı

Bugün yazılarım ‘dün’ ile başlıyor, çünkü dün yazdıklarımın devamı gibiler. Dün ‘Mahalle baskısı’ ile ilgili yazımda ‘bu şekilde laikliğe de külahı ters giydirerek, onu ‘bireysel özgürlüklerin sınırsızlığı’ şeklinde yorumlayarak olmaz, ya tanımını değiştirirsiniz veya Türkiye’nin laik devlet özelliğini kaldırırsınız demiştim, yazımla aynı gün Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu’nun “Türkiye laiklik ilkesini yeniden yorumlamalı, biz böyle düşünüyoruz. Örneğin başörtüsü meselesi laiklikle değil, bireysel özgürlüklerle ilgilidir” dediği konuşması yayımlandı. Bu da konunun YÖK Başkanı’nın özel izinleriyle, özel garantileriyle bırakılmayacağını, yapılacak yeni anayasada laikliğe Türkiye’ye özgü bir tanım getirileceğini gösteriyor.

Türkiye bugün dünyadaki diğer tüm Müslüman çoğunluklu ülkelerde olduğu gibi “kökten dinci, baskıcı” bir rejime dönüşmeden kalabilmesini “laik rejimine” borçludur, Arap gazetecilerin “Biz Türkiye gibi olamadık, çünkü laik bir rejime sahip değiliz” diyen yazıları Türk gazetelerinde de yayımlanmıştır. Bugün işareti verilen değişikliğin neleri kapsayacağını, Türkiye’yi de adım adım o ülkelerdeki baskılara sürükleyip sürüklemeyeceğini, mezhep kavgalarına, aynı dinden olan insanların bile “dini uygulama tercihlerine” yapılacak ağır baskılara yol açıp açmayacağını bilmiyoruz. AKP hükümetinin daha önce “üniversitede türban”la ilgili anayasa tasarısı hazırladığı günlerde aynı partiden siyasetçi ve belediye başkanları “arkasından hemen devlet daireleri ve ilköğretim okullarının geleceğini” tekrar tekrar söylemişlerdi, bugün de hepsi bir arada tartışılıyor ve hükümetten bu konuda kesin ve net bir itiraz duyulmuyor.

CHP Grup Başkanvekili Muharrem İnce’nin dün bu konuda yaptığı konuşma, “asıl istenenin ilköğretim ve devlette türban” olduğunu söylemesi sebepsiz değil, çünkü devamlı dillendirilmektedir... Acaba, ilköğretimde bile kalmayıp çocuk yuvalarına ineceği bugünden görülen türban, bütün eğitim kurumlarına ve devlet dairelerine yayıldığında, halihazırda tüm Anadolu illerinde bilimsel araştırmalarla ortaya konan mahalle baskıları (ki birçok ilde Alevi kadınları bile türbansız sokağa çıkamaz hale getirmiştir) büyük kentlerde de iyice arttığında hangi laiklik tanımı Türkiye’yi eski haline döndürebilir?.. Konu sadece türban değildir zira, oruç, namaz için mescide veya camiye gitme ve her çeşit ibadeti hatta hadisleri kapsayan baskılardır, diğer Müslüman ülkelerde görülen bizde de son birkaç yıldır görülmeye başlanan baskılardır.

Bu baskılar ortaya çıktığında, “sistem başarısız oldu, değiştirelim” diyecek birileri olsa bile artık din kavgalarına yol açmadan geri dönüşü mümkün müdür? Olmadığını dünyadaki örnekler gösteriyor. Burhan Kuzu “türbanın laiklikle değil, bireysel özgürlüklerle ilgili olduğunu” söylüyor ama bireysel özgürlüklerin laiklikle yakından ilgili olduğunu söylemiyor, oysa bir hukukçu olarak; adı üstünde “insan hakları”, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bu konudaki kararlarının gerekçelerini incelemiş olması gerekirdi. AİH Sözleşmesi’nin 9’uncu maddesinde “din ve inançları açıklama özgürlüğünün mutlak olmadığı, bu özgürlüğün belli şartlarla yasayla sınırlanabileceği öngörülmüştür” diyor. Bence yanında “uymayıp sonunda özgürlüklerini toptan kaybeden ülkeler de umrumuzda değildir” yazmalıydı...

Aslına bakarsanız acaba sonunda “hem Müslüman hem laik olunmaz” noktasına mı varılacak diye merak ediyor insan, gidiş onu gösteriyor!

Tecavüz cezası vermekten korkuyorlarsa işi bıraksınlar!

Dünkü yazımda “Fatmagül’ün Suçu Ne” dizisindeki tecavüz olayının “tecavüzcülerden birinin tecavüz mağduru ile evlenmesinin diğer suçluları kurtardığını” gösteren bölümlerin yanlış algılamalara neden olacağını, 2005’te yürürlüğe giren yeni ceza kanununa göre tecavüz mağduru şikayetten vazgeçse, evlense bile suçluların hepsinin hapisle cezalandırılacağını anlatmıştım. Aynı şekilde çocuk tecavüzü olaylarında “çocuğun rızası olup olmadığına bakılması” gibi bir budalalık, ahlaksızlık da ceza kanunlarından diğer maddeyle birlikte kaldırıldı.

Bunun yanında Türkiye’nin imzaladığı uluslararası sözleşmeler, örneğin; ‘BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’ var, burada 18 yaş altındakiler ‘çocuk’ kabul ediliyor ve onlara karşı işlenen suçlarda ‘cezanın artması’ öngörülüyor. Peki bunlar bilinirken neden çocuklar korunmuyor, neden devamlı örnek gösterilen AB ülkelerinde görülmezken Türkiye’de her gün alçak sapıkların kadın ve çocuk tecavüzü haberleri duyuluyor, neden gereken ağır cezalar verilmiyor?

Mesela “Fatmagül’ün Suçu Ne” dizisinde tecavüzcülerin evlenerek kurtulma sahnesinde “Bu madde TCK’dan 2005 yılında çıkarılmıştır, artık tecavüz suçlularının evlenerek cezadan kurtulması Türk yasalarına göre mümkün değildir” gibi bir alt yazının geçmesi birçok kadını sapık saldırganların elinden kurtarabilecek bir önlemdir, bu kanalların hukukçuları neden düşünmüyor, RTÜK öpüşme sahnelerini takip edeceğine neden bu konulara eğilmiyor?

En eski kadın kuruluşu olan Türk Kadınlar Birliği’nin Başkanı avukat Sema Kendirci “yasaların değişmesi için kadın hukukçuların yıllarca çalıştığını ama yasaların düzgün şekilde uygulanmayarak kağıt üzerinde bırakıldığını” söyledikten sonra Mardin’de 28 sapığın tecavüzüne uğrayan 13 yaşındaki kız çocukla ilgili soruma şu cevabı verdi: “Artık çocuğun rızası diye bir madde yok, bunu öne sürerek, iyi hal ve zaman aşımından söz ederek böyle ağır bir suç cezasız bırakılamaz. Bu suçta hapis cezası üst sınırı 12 yıl ama çocuk olduğu için her suçluya ceza arttırımı da gerekir. 28 tecavüzcüyü cezasız bırakan karar büyük ihtimalle Yargıtay’da bozulacaktır, bununla birlikte devletin yani burada Adalet Bakanlığı’nın verilen cezaların adil olup olmadığını izlemesi gerekir, bu görevidir ama yapılmıyor.”

Devlet izleme, koruma, önleme görevlerini yapmayınca olayların artarak sürmesi de önlenemiyor tabii. Çarşamba günü gazetede haberdi; “15 yaşında kız çocuğun doğurduğu bebeğin babası kızın amcası çıktı”. Bu rezil olaylar Batı’da binde bir duyuluyor, çünkü orada çocukların ve kadınların (aynı zamanda ailelerinin de) tüm hayatını karartan tecavüz olaylarının ya da “balkondan düştü, kendi rızasıyla geldi” benzeri, doğruluğu kanıtlanamayan iddiaların peşi bırakılmıyor ve suçlular 30-40 yıldan daha hafif cezalarla kurtulamıyor.

CİNAYETLER DE CEZASIZ!

Türkiye’de ise cinayetler ve adı “kaza” olan trafik cinayetleri bile cezasız... Birkaç gün önce İstanbul Esenyurt’ta ters şeride giren kamyon okuluna gitmek üzere olan Yıldız Teknik Üniversitesi öğrencisi 20 yaşındaki Dilara’yı ezerek öldürdü, tabii bütün ailesinin de psikolojik olarak öldürüldüğünü söylemek yanlış olmaz.

Haberlerde “Bursa’da 5 kişiyi öldüren şoförün serbest bırakılması” hatırlatılıyor, “Bu da öyle olacaktır” deniyordu. Beni arayan Kadın Haklarını Koruma Derneği Başkanı Gönül İşler bu olayın “yüzde yüz kasten adam öldürme suçuna girdiğini”, cezanın mutlaka böyle verilmesi gerektiğini söyledi, hakim ve savcıların görevlerini doğru yapmadığından şikayet etti. Yalnız avukatlar değil tüm toplum “cezaların uygulanmamasından” şikayetçi, tüm toplum feveran halinde, peki yasaları uygulamayan savcı ve hakimlerin mazereti nedir, Adalet Bakanlığı hiç değilse bunu sorabilir mi acaba?

Yoksa korkuyorlar mı ceza vermekten? Suçlu yerine mağdur cezalandırmalarının sebebi bu mu? Eğer öyleyse hemen bıraksınlar bu işi, adaleti sağlamak korkaklıkla olamaz çünkü!

DİĞER YENİ YAZILAR