Gümrük kapılarındaki onbinlerce oyu kim denetliyor?

Haberin Devamı

Dün Atatürk Havalimanı’nda sessiz sedasız, 12 Eylül referandumundan haftalar önce başlatılan ve gece-gündüz-rötarlı (THY ise kesinlikle) gelen uçaklardan inen yolcuların referandum için oy kullanmasının her tür yolsuzluğa açık olduğunu yazmıştım.

Daha geçen seçimde oy kullandığım sandığın kırık olduğunu, üstündeki koca delikten oyların kolayca değiştirilebileceğini, zaten bazı partilerin sandık görevlileri kapı önünde sohbetle vakit geçirdikleri için bunun pek de kolaylıkla yapılacağını seçim sonrası yazmıştım.

Hani öyle ki sandık tümüyle; içi farklı oylarla dolu bir benzer sandıkla değiştirilse kimsenin ruhu duymazdı. (Seçmen sayısındaki karmaşa ile, evlere yazılmış yüzlerce ekstra seçmen ismiyle vs. kimse de fark etmezdi...)

Havaalanı’nda bu daha da kolay. Bırakın her tür hatanın, hatta bilgisayarla toplamada yapılan hilelerin ortaya çıkarılamadığı ülkede uçak yolcuları “burada mı oturuyor, iki ayrı ülkede de evi var ve iki kez mi oy kullanacak” gibi soruların tek tek araştırılıp doğru şekilde cevaplanmasını, bu sandıkların hilesiz korunmasını kim sağlayacak?

Daha ilk gün “900 gurbetçi oy kullandı” diyorlar. “Gurbetçi” olduklarından nasıl yüzde yüz emin olacağız? Ya birileri ısmarlama olarak önceden çıkarılıp o günlerde getiriliyorsa?

Ya sandıkların saklandığı odalarda geceleri birileri oyları değiştirirse?

Ya sandık başında sadece 1 partinin adamları duruyorsa ve odalar da onların kontrolündeyse?

Bir günde 900 kişi oy kullanmışsa 1 ay 10 günde en az 40 bin kişi kullanabilir. Göz yumulacak şey mi bu?

Bütün partilerin “gümrük kapılarındaki sandıklar” konusunu ciddiye almaları ve gerekiyorsa başında nöbet tutmaları lâzım.

Ne demişti Fethullah Gülen; “Mezardakiler bile kalkıp oy kullanmalı”...

Bu referandum işte o kadar önemli, zaman da, tek oy da kaybedilmemeli!

*****


Deniz Feneri sanıklarını da arasanız...

Prof. Dr. Sami Selçuk açıkladı: “Ceza Yargılaması Yasası gayet net. Kovuşturma başladıysa ki başladı, kaçak işlemi yapabilmeniz için önce onları davet etmeniz gerekiyor. Kaçarsa o zaman kaçak işlemi yaparsınız” diyor.

Oysa daha öncekilere yapıldığı gibi son 102 yakalama kararında da direkt yakalama emri çıkarıldı, yakalanan gözaltına alındı, tutuklandı.

Ben de bir ekleme yapayım; yakalama kararı üzerine İstanbul’a giden emekli bir orgeneralin koruma görevlisi bile polis tarafından yumruklandı.

Son günlerde İstanbul ve diğer şehirlerde güpegündüz araçlar durdurulup içi aranıyor. (Oysa bunun geceleri bile yapılamayacağı uzun süre önce açıklanmıştı...)

Peki Deniz Feneri davasının “asıl failleri”ne hangi işlem yapıldı bilen var mı? Onlara “dosya gitmedi/gelmedi, dosya kayıp” oyalamalarıyla aylarca süre verildikten, deliller karartıldıktan sonra nazik nazik Emniyet’e çağrıldılar, ifade verdiler ve bırakıldılar. Hepsi işlerinin başında oturuyor.

Dün gazetelerde “Savcılık Eylül 2009’da Adalet Bakanlığı kanalıyla Almanya’dan bazı CD ve belgeleri istemişti. Uzun bir süre yanıt gelmemesi üzerine savcılığın konuyu Adalet Bakanlığı’na sorduğu ve ‘cevap geldiğinde savcılığa gönderileceği’ yanıtını aldığı bildirildi. Savcılığın, bu cevabın gelmesinden sonra şüphelilerin ifadesini almaya başlayacağı belirtiliyor” haberi vardı.

Hatırlayacaksınız; Deniz Feneri dosyası (kağnıyla gönderilse daha çabuk gidecek şekilde) Almanya’ya gönderilmiş, gelen cevap uzun süre saklanmış, baskılar üzerine Bakan “Gelmiş ama ben görmemişim” benzeri bir cevap vermişti. Şimdi de, tarihe bakın Eylül 2009 yani aradan tam bir yıl geçmiş ve bu kez de belgeler için böylesine uzun süreler bekleniyor.

Bu nasıl adalet ki canının istediğine karşı bıçaktan keskin, istemediğine tüy gibi yumuşak?

Nasıl bir yargı ki (şu anda aynı baskı altına alınmaya çalışılan yüksek yargı dışında kalan mahkemeler) iktidarın sevdiklerine dokunmuyor, sevmediklerini suçu kesinleşmeden; imzasız ihbar mektupları ve iddialarla anında mahkûm ediyor, tutuklayıp içeri atıyor?

Dünyayı arasanız ‘çifte standart’a daha iyi örnek bulamazsınız.

DİĞER YENİ YAZILAR