Sınırlar neden kontrolsüz?

Haberin Devamı

Dün Her Açıdan’da “işsizlik ve yeni zamlar” konusunu tartışırken de değindik bu konuya; hatırlıyor musunuz Ermenistan’la ilgili olarak Başbakan’ın kendisi açıklamıştı “60 bin kaçak işçi çalışıyor, engel oluyor muyuz, istesek olurduk” diye... Neden engel olmadıklarını açıklamaları gerekirdi ama ülke devamlı çalkalandığı için kimse üstüne gidip sormuyor.

Oysa Türk işçilerden; her yerde ve sanayi mahallelerinde kaçak işçiler yüzünden iş bulamadıklarını, işleri varsa bunu “sigortasız çalışan yabancı kaçak işçiler tercih edildiği için kaybettiklerini” anlatarak sızlanan, “Lütfen yazın, durdursunlar kaçak yabancıları” diye yalvaran mektupların arkası kesilmiyor.

Sadece evlerde çalışmak için Özbekistan, Gürcistan, Azerbaycan, Türkmenistan, Moldovya, Tayland, Filipinler gibi ülkelerden binlerce kadın her gün akın akın sınırlardan girip çıkıyor. Kaçak oldukları halde son derece rahat dolaşıyor ve binlerce TL’yi cebe indirerek çalışıyorlar. Her yeri örümcek ağı gibi sarmış vaziyetteler. Sırf bunları getirmek için kurulmuş yüzlerce ajans var ve bu ajansların polisle anlaştığı, böylece yakalanma korkularının olmadığı bilenler tarafından anlatılıyor.

Hükümetten bir sorumlu çıksın ve Türk insanı işsizlikle boğuşur, sıkıntı yaşarken sınırlarımız ve ülkemiz neden göz göre göre yol geçen hanı’na çevriliyor, bu rezaletin benzeri hangi çağdaş ülkede görülebilir veya görülmüştür anlatsın. Hatta “istesek engel oluruz” diyen Başbakan anlatsa daha da iyi olur. Sınırlarımızın neden bu kadar kontrolsüz olduğunu, hele de terörden yıllardır böylesine canımız yanarken, teröristler karınca sürüsü gibi sınırlarda cirit atarken nasıl olup da bu kadar rahat davranıldığını öğrenmek vatandaşın hakkı değil mi?

Her konuda çözüm için “yeter artık” çığlıkları mı atmak gerekiyor?

*****


Kriz döneminde dev yatırımlar

Ekonomik kriz döneminde sanayiciler de “yatırım yapmamakla, istihdamı arttırmamakla” suçlanıyorlar ya, bazıları için bu hiç doğru değil... Doğru olmadığını da bu kuruluşların cesaretle sürdürdükleri yatırımlarla görüyoruz.

Arkası kesilmeyen olaylar nedeniyle bu yazım gecikti ama sizinle paylaşmadan geçemeyeceğim. 2009’un son günlerinden birinde 21 Aralık Pazartesi akşamı Vakko’nun Nakkaştepe’de açtığı Vakko Moda Merkezi’nin tanıtım gecesindeydim.

Bu dev firmanın kurucusu, Türkiye’ye Batı ülkelerindeki birçok yeniliği taşımış, çağdaş ve büyük mağazacılığı getirmiş, kaliteyi en ileri ülkelerdeki düzeye ulaştırmış olan Vitali Hakko’dan sonra ikinci kuşak olarak bu yatırımları sürdüren Cem Hakko: “son iki yılda Nişantaşı ve Ankara’da yeni üretim merkezi tesisinden sonra Nakkaştepe’deki 30 milyon dolarlık ve 30 bin metrekare üzerine kurulan Vakko Moda Merkezi ile son iki yılda toplam 70 milyon dolarlık yatırım yaptıklarını ve krizde yeni projelerine hız kesmeden devam ettiklerini ve edeceklerini” anlatıyor.

Merter’deki fabrikanın duvarlarında yer alan Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Jale Yılmabaşar’ın olağanüstü güzellikteki eserlerinin de taşındığı, içinde yerli yabancı tüm sanatseverlere hizmet verecek (15 bin kitapla başlamış) bir Vitali Hakko Kütüphanesi’nin ve aileye ait 900 sanat eserinin sergileneceği bir müzenin, Power FM radyosu ile Power Türk TV kanalının da yer aldığı yeni moda merkezi adeta bir uzay üssü kadar etkileyici, en son teknolojiyle ve mimari sistemle hazırlanmış.

“Teknoloji ile el işçiliğinin buluşacağı” ve her sezon 600’ü aşkın yeni kumaş deseninin çıkarılacağı bu muhteşem tesisi gezerken büyük bir gurur duydum. Bu gurur aynı gece Antakya Medeniyetler Korosu’nun Beethoven’den Sünni, Musevi, Ortodoks, Katolik ilahilerine, Alevi, Ermeni halk şarkılarına ve finaldeki “Memleketim” şarkısına kadar inanılmaz güzellikte bir repertuarla gerçekleştirdiği konseri dinleyince daha da arttı. Bilmediğimiz ne yetenekler var Türkiye’de ve ne güzel çalışmalar yapıyorlar.

Antakya Medeniyetler Korosu’nu da, doğru seçimlerinden dolayı Vakko’yu da kutluyorum. Ve tabii Cem Hakko’yu... Hiç şüphe yok ki çalışkanlığı ve yatırımlarıyla Türkiye’ye yarar sağlarken babasının ruhunun huzur duymasını da sağlıyor.

*****


Müze kurucusu Abdülhamit

Bundan 100 yıl önce, 1910’da Sultan Abdülhamit’e Monaco Prensi 1’inci Albert’den bir telefon gelmiş. Prens Albert, Abdülhamit’ten; kuracakları “Akdeniz Bilim Araştırma Kurulu”na ve kuracakları “Deniz Müzesi”ne Almanya, İtalya, Belçika ve İspanya’nın da aralarında olduğu 8 ülke ile birlikte kurucu üye olmasını istemiş. Sultan Abdülhamit bu teklifi kabul etmiş.

Prens Albert aynı yıllarda Kuzey Kutbu’na gitmiş, Manş’ı geçerken denizlerin derinliklerini araştırmış ve 2’nci Dünya Savaşı’nda Almanya’ya karşı savaşan devletler onun verdiği ölçülerle Manş’taki mayın tarlalarını bulmuşlar. O günden bugüne deniz araştırmalarından elde edilen en ilginç bilgi ve kalıntılar Abdülhamit’in kurucu üyesi olduğu bu Deniz Müzesi’nde yer almış.

Monaco Fahri Konsolosu ve yazar Tuna Köprülü’nün 700 yıllık Monaco Hanedanı’nı anlattığı ve uluslararası bir kongrede tanıtılacak kitabında duymadığımız tarihî olaylara da yer verilmiş. İngilizce ve Fransızca olarak yazılan kitap Avrupa ülkelerinde ve ABD’de satışa çıkmış ve Monaco’nun ünlü Okyanus Müzesi’nde de sürekli olarak satışı yapılacakmış. Köprülü bundan önce de çok güzel belgesel kitaplar yazmış ve yabancı ülkelerde Türkiye’nin adını duyuracak çalışmalar yapmıştı.

Bu çalışmalar nedeniyle kendisine 1865’de Sultan Abdülaziz’e verilen nişanın bir benzerinin verildiğini duyunca onu kutlamak istedim. Arka arkaya gelen olumsuz haberler içinde başarı öykülerini duymak iyi geliyor insana!

DİĞER YENİ YAZILAR