Belediye nasıl ödeyecek?

Yaya geçidine canavar gibi giren Özel Halk Otobüsü şoförünü yüzde 50, Belediye'yi yüzde 30 ve merhum Ercan Anklı'yı yüzde 20 suçlu bulan rapor yeniden incelenmeli

Haberin Devamı

Yaya geçidine canavar gibi giren Özel Halk Otobüsü şoförünü yüzde 50, Belediye'yi yüzde 30 ve merhum Ercan Anklı'yı yüzde 20 suçlu bulan rapor yeniden incelenmeli.

Bu otobüslerin nasıl süratli ve dikkatsiz kullanıldığı, özel eğitimden geçirilmeyen yeni ehliyet almış şoförlere teslim edildiği, durağa vaktinde varamayan şoföre 100 milyon TL ceza kesildiği biliniyor. Okurlarımızdan gelen çok sayıda mail insanların sürekli olarak bu otobüslerin yarattığı tehlikeden muzdarip olduğunu gösteriyor.

Yaya geçitleri dünyanın her tarafında yayanın değil, geçit noktasına gelen araçların durması esasına dayandığına göre Ercan Arıklı'nın yüzde 20 suçlu olması da mümkün değil.

Belediye'ye gelince... Merak ediyorum onlar cana mâlolan bu zincirleme hatalarını nasıl ödeyecekler (ondan birkaç gün önce aynı noktada bir motosikletli genç yaralanmış, geçenlerde aynı yolda biraz ileride halk otobüsü bir başka yayaya çarptı.)

Bizim paralarımızla para cezası olarak mı acaba?

Benim daha parlak bir fikrim var. İngiltere'de bir ara uygulandı bu, şu anda hâlâ devam ediyor mu bilmiyorum.

Kazada suçlu olanların boynuna bir tabela asılarak yollarda halk arasında dolaştırılıyor. Tabelada işlediği suç yazılı. Örneğin;

"Ben Esentepe'de yaya geçidinde sürat yaparak Ercan Arıklı'nın ölümüne neden oldum" yazıyor. Levhayı taşıyan, halktan gelen tepkilere katlanmak zorunda.

Bizdeki kadar "aynı olayda çok suçlu"nun bulunduğu bir ülkede bu sadece sürücülere de uygulanmamalı.

Bir adım daha ileri giderek belediye, karayolu ve trafikten sorumlu olanlara da uygulanmalı.

Önce tercihli yol gibi hızlı gidilen bir yoldaki yaya geçidine ışık koymayan trafiğin bu işten sorumlu ismine (madem ki yaya geçidi var, duracak.)

Yaya geçidini zamanında boyatmayan belediye ile karayollarının ilgili sorumlu memurlarına... Ve tabii sürücüye. 5 yıl hapisle yargılanacakmış. Bir canı neredeyse kasten denecek vurdumduymazlıkla almanın cezası olarak 5 yıl nedir ki? İndirimlerle kim bilir nasıl azaltılacak üstelik. Ehliyeti bile alınmıyor elinden. Bence...

Bence "tabela"yı mutlaka denemek lâzım.

(Not: Son Londra seyahatimde alışkanlık gereği yine durup bekledim yaya geçitlerinde. İyice etrafa bakındım. Oysa tüm araçlar 5-10 metre ötede anında nasıl duruyorlar görseniz.)


Beyaz merakı
Bu konudan daha önce söz etmiştim (sanırım birkaç yıl oldu) ama durumun bu yıl iyice vahim bir hal aldığını görünce tekrar hatırlatayım dedim. Aslında köşeme bir de bu tür nezaket ve toplum kurallarını hatırlatan bir yer açmak istiyorum, elimi tutan şey bizim toplumun uyarılardan, ikazlardan pek hoşlanmaması. Herkesin 'en doğru'yu kendinin bildiğine inanması. Geçenlerde sosyete fotoğrafları sergileyen dergilerden biri kuaförde önümde duruyordu, biraz inceledim. Bir düğüne ait fotoğraflara üç-dört sayfa yer açmışlar. 15 fotoğrafın 10'unda davetlilerin (özellikle kadınlar) üzerinde beyaz kıyafetler var. Oysa dünyanın birçok köşesinde, ülkesinde (düğünde damatla gelinin yerel kıyafetler giydikleri dışında) beyaz renk geline ve (isterse) damada aittir. Konuklar nezaketen diğer renkleri tercih ederler. Bunun bir nedeni de o gecenin yıldızının gelin olması, topluluk içinde daha kolay fark edilmesinin sağlanmasıdır.

Herkes beyaz giyince kim gelin anlaşılamıyor. Gelinin salonu gördüğü anki ruh halini düşünebiliyor musunuz? Yaşamın en önemli günlerinden birinde dostlarımızın keyfini kaçıracak bu kuralı unutmamak gerekiyor. Aynen iki kişi tatlı tatlı sohbet ederken zınk diye araya girmemek, biriyle konuşurken gözlerinizle sürekli etrafı taramanın, dikkati konuştuğunuz kişiye vermemenin nezaket dışı olduğunu unutmamak gerektiği gibi...

Hepsini biliyoruz gibi geliyor ama rahatça atlayabiliyoruz. Ne dersiniz?


Açık hava sinemaları
Ah ne güzel günlermiş onlar... Çocukluğumdan, yaz akşamları mahalleden arkadaşlarla kalabalık gruplar halinde açık hava sinemalarına gittiğimiz günlerden söz ediyorum. Gündüzleri sokak başlarını trafiğe kapatıp paten yarışları yaptığımız, çevredeki bahçelerden elma aşırma seansları düzenlediğimiz (öyle demeyin, tadı evdeki elmadan çok farklıdır), yorgunluktan bitap düştüğümüz yetmez, geceleri de Türk filmlerine giderdik. Bir yandan toplu halde çekirdek çıtlatarak "Nayır, nolamaz"larla dalga geçmek, en acıklı filmlerde sandalyelerden düşecek kadar gülmek için. 14-15 yaşlarında biz daha çocukluğumuzu yaşıyor olurduk.

Ankara'nın Bahçelievler semti çok keyifli, bizler için bulunmaz bir ortamdı o günlerde. Yaz akşamları ortalığı insanı sarhoş eden bir iğde kokusu kaplar, herkesi evden dışarı çıkmaya zorlardı adeta...

İşte Parkorman'ın Haziran ortasında faaliyete geçen açık hava sineması hatırlattı bana bunları... Evet sadece Pazar akşamları (21.45) film gösterimi varmış ama olsun. Haftada bir gece hiç yoktan iyidir. Şu ana kadar Jack Nicholson'ın Asabiyim (harika, görmediyseniz kaçırmayın) ve Leonardo Di Caprio'nun Tut Tutabilirsen (yoksa "yakala" mıydı?) filmleri gösterilmiş. Bundan sonraki filmleri açık havada seyretmek isteyen İstanbul'lular 0212 - 328 20 00 no.lu telefon ile Münevver Taşkıran'dan bilgi alabilirler. Benim görmediğim film kalmadığı için pek şansım yok ne yazık ki!

DİĞER YENİ YAZILAR