Sakıp Sabancı’ya duyduğumuz ihtiyaç...

Haberin Devamı

Günler öncesinden hazırlık yapmaya başlamıştık...

17 Mayıs 2000 günü, tarih yazılacak bir gündü...

Galatasaray Kopenhag’da Arsenal’la UEFA finalini onayacaktı...

Fatih Terim; GS antetli resmi bir kağıda yazdığı muktupta “hem yarı final hem final maçı için bana davetiye göndermişti...”

Takımla beraber aynı uçakta gidecektim...

Türkiye’de yediden yetmişe herkesin izlediği bir haber bülteninin sorumlularıydık...

Gazeteler, televizyonlar, dergiler hepsi birden “ne yaparız da bunları yok eder, itibarsızlaştırırız“ diye olmadık numaralara başvuruyordu...

***


Henüz MİT Müsteşarına “bu haber bülteni toplum için zararlıdır“ diye açıklama yaptırtmamışlardı...

Bir süre sonra onu da yaptırtacaklardı...

Peynir ekmek gibi televizyona kapatma cezası yediğimiz günlerdi...

Kopenhag’ın şehir meydanında izdihamı önleyebilmek için, canlı yayın yaptığımız yeri şeritlerle kapatmak zorunda kalmıştık...

“Beton“ ismini verdiğimiz özel koruma görevlileri tutmuş, yine de izdihamı önleyememiştik...

Herkes yayına katılmak istiyordu...

Herkes Türkiye’ye SHOW TV’den selam göndermek istiyordu...

Herkes SHOW’un 15 Mayıs’tan itibaren Konpenhag’daki tarihi canlı yayınının bir parçası olmak istiyordu...

***


Türkiye kendi kahramanlarını yaratmış, bağrına basmış, “dönemin muktedirleri ise o insanları yok etmek için kalleş bir infazın tuşuna basmıştı...”

Türkiye’nin değişmez kaderiydi bu...

-”Bütün Türkiye’nin bu tarihi günlerde Kopenhag’da gözü bizim üzerimizde olacak...” dedim...

-”UEFA kupası bu... Elli yılda, yüz yılda bir ya gelir ya da gelmez...

Bizim gibi Türkiye’nin ‘harcı’ olan bir ismi Kopenhag’a götürelim... Bizim muhabirimiz olsun... Her gün canlı yayında haber bülteninde bizimle beraber olsun...”

Kısa bir sessizlik oldu...

Daha bir hafta önce Mahsun Kırmızıgül’ü sabahın dördünde arayıp Diyarbakır’daki dostluk ve kardeşlik maçına özel uçakla götürmüştük...

Kopenhag’da da toplumun harcı olan ve bu tarihi finali bizimle beraber Türkiye’ye aktaracak büyük bir ismi kadromuza katmak istiyorduk...

Yine farkımızı gösterecek, yine büyük bir habercilik yapacaktık...

***


Hepimizin ağzından aynı isim döküldü...

-”Sakıp Sabancı...”

Galatasaray’lı değil Fenerbahçe’liydi...

Fakat ne fark ederdi...

Türkiye’nin “harcı“ydı o...

Hoşgörünün, sevimliliğin, çelebiliğin, kadirşinaslığın, halk adamı olmanın, halka tepeden bakmamanın, insan olmanın sembolüydü o...

-”Kabul eder mi Ağa?..” dedi birisi...

-”Eder“ dedi herkes...

Sabancı’nın çok yakın dostu olan özel danışmanını aradık...

-”Bir sorayım size döneyim...” dedi...

***


Türkiye’de halkla kaynaşmasını bilmeyen, onu küçük gören, snobize eden, “kabızlaşmış elit“inin bizim haber bültenini iğfal etmeye çalıştığı günlerdi...

Böyle bir dönemde;

Türkiye’nin sanayisine yön veren en zengin iki adamından birisi; koskoca Sakıp Sabancı, üç gün boyunca SHOW Haber’in Kopenhag’da gönüllü muhabiri olmayı kabul eder miydi?..

Böylesine bir çelebilik, mütevazılık ve halk adamlığı gösterir miydi?..

-”Kabul ederse bizim adımıza gidecek Ağa... Uçak biletlerini biz hazırlayıp size göndereceğiz...” dedim telefonda...

Danışmanı;

-”Rica ederim Reha Bey... Olur mu öyle şey... Biz kendimiz biletimizi alır geliriz...” dedi...

Öyle bir dedi ki, laf ağzıma tıkandı, bir kelime daha edemedim...

Muhtemelen özel uçakla gelecekti...

Ben de kalkmış biletleri bizim göndermemiz gerektiğinden bahsediyordum...

Paris’te Suna ve İnan Kıraç’ın yemek davetine iade-i davet yaptığımda da öyle yapmıştım...

-”Bizim misafirimiz olmazsanız olmaz“ demiştim...

Onlar sanayiinin devleri, Türkiye’nin en zenginleri olabilirdi...

Ama biz de kendimize göre bir kimlik, bir kişiliktik...

Altında kalmamız yakışık almazdı...

***


Neyse...

O tevazu dolu adam, o çelebi karakter, o toplumun harcı olan kimlik;

-”Geliyorum...” dedi...

-”Galatasaray forması giyip geliyorum... Ben de bütün Türkiye gibi Galatasaray’lıyım o üç gün boyunca... Bu tarihi günlerde size muhabirlik yapmaktan şeref duyarım...”

Böyle bir adamdı Sakıp Sabancı...

Adam gibi adamdı...

İnsandı...

Halktı...

Milletinin neferiydi...

Tevazuydu...

Çelebilikti...

İnsan sevgisiydi...

***


Üç gün boyunca yayın yaptık...

Kopenhag’da yayından önce, yine yayın planını belirlemek için bir yemek yedik...

Hesabı ödemeye kalktığımda “yine restoranın içinde bir duvar örülmüştü...”

Günlerce nereye dediysek oraya geldi...

Hiç sektirmedi...

Hiç “benim başka işim var“ demedi...

Kimle röportaj yaptıysak o da röportaja katıldı, sorular sordu, söyleşiler yaptı...

Bir gazeteciden daha fazla gazeteci...

Ait olduğu elit’ten çok daha fazla insandı...

***


Sakıp Sabancı gibi insanlar toplumun harcıydılar...

Onlardan artık kalmadı günümüzde...

Yaşamıyorlar onlar...

Yaşatmıyorlar çünkü onları...

10. ölüm yıldönümünü anarken Kopenhag’daki Show muhabiri Sakıp Sabancı geldi gözlerimin önüne...

Sakıp Sabancı’ların yaşaması için biraz hoşgörü, bir miktar gülümseme, biraz uzlaşı, çokça sevgi, alttan alma ve çelebilik gibi özellikler revaçta olmalıydı...

Maalesef ve mateessüf...

Bugün revaçta olan sadece hırçınlıktır...

AYRILMIŞ AİLELER İÇİN...

Filmi izlemek için televizyon karşısına kaç kere oturduğumu, kaç kez de güzelim filmi izlerken, uyuya kaldığımı hatırlamıyorum...

Meğerse filmin en anlamlı yerini kaçırıyormuşum...

“Son Şansın Harvey“ Dustin Hoffman’ın, “düğününde kızından ayrı düşen bir babayı karakterize eden filminin“ adı...

Anne ile baba ayrıdırlar...

Amerika’dan çok uzaklarda

Londra’ya kızının düğününe katılmak üzere gelen “baba“yı düğün öncesi kimse önemsemez...

***


Düğünde konuşmayı gelinin, gerçek babasını oynayan Dustin Hoffman değil, üvey babasının yapması planlanır...

Orada düğün sahnesinde, konuşma yapması planlanan üvey babadan Hoffman’ın sözü aldığı bir bölüm var...

Bir de yaptığı konuşma...

Anlatılmaz, ancak seyredilir...

Ayrılmış bütün ailelerin, hatta ayrılmamış anne, babalarının, eylerin filmi bulup, o sahneyi izlemeleri gerek...

Hiç vakit kaybetmeden...

Bütün sözlerini teker teker içlerine sindirerek...

Bir babanın uzak kaldığı ya da bırakıldığı kızıyla ve eski eşiyle ilgili duygu, düşünce ve temennilerini yaşayarak...

Kendi hayatlarına değer katarlar izleyenler...

İbret alırlar ve mutluluğa yelken açarlar...

DİĞER YENİ YAZILAR