Konu kızım olduğunda; Justin Bieber’dan mı yana olacaktım, Justin Bieber’a mı karşı?..

Haberin Devamı

Kitap yazmayı ilk düşündüğümde 19 yaşında bir üniversite öğrencisiydim...

Yazmaya başlamadığım kitabın adı “Gençlik Sorunları”ydı...

Yaşadığımız toplum bizi kendinden o kadar uzakta görüyor, öylesine ötekileştiriyordu ki, anarşist olmadığımızı, terörist olmaya sıcak bakmadığımızı, sevgiyi, aşkı ve eşit bir hayatı arzuladığmızı nasıl anlatacağımızı bilmiyorduk...

Bu duygularla kitap yazmaya karar vermiştim...

“Gençlik Sorunları” bir kitap olarak çıkarsa, hayat değişecekti, toplum “ne oluyoruz” diyecekti, bizimle empati kuracaktı, hayat yaşanabilir olacaktı...

***


Anlaşılmamanın, kaale alınmamanın, önemsenmemenin, adam yerine konmamanın yarattığı sonsuz enerjinin içimizde taşırdığı dalgalar, kısa bir süre sonra beni gazeteciliğin maceracı dünyalarının göbeğine savurdu...

“Bir kuşak olarak önemsenmemenin verdiği” enerji birikimi; günde 18 saat haber peşinde koşarak tatmin sağlamaya çalışan genç bir muhabir yarattı...
Konu kızım olduğunda; Justin Bieber’dan mı yana olacaktım, Justin Bieber’a mı karşı..
Gençtik fakat;

Siyasal olarak söylediklerimiz kaale alınmıyordu...

Toplumsal olarak yaptığımız analizlere burun kıvırılıyordu...

Kendimizle ilgili projelerimiz “Geç bunları” kayıtsızlığında suya sabun oluyordu...

Aşka dair heyecanlarımız, “erken” bulunuyor, mevzusu dahi yapılmıyordu...

Yapmak istediğimiz her projeye, her hevese burun kıvırıyorlardı...

“Her şeyin bir sırası var” diyorlardı...

Bizim sıramız gelmemişti daha...

O sıra geldiği zaman biz de konuşacak, biz de adam yerine konacak, biz de “ne diyor” diye kaale alınacaktık...

Sıra gelene kadar her şey ötelenecek, mutluluk ertelenecekti...

***


O yıllarda hepsi hepsi birkaç long play süresince, Cat Stevens’la huzurlar buluyor, Simon ve Garfunkel’la “Arkadaşım Karanlığa Merhaba” diyebiliyordum...

“Hotel California”yı, Kaliforniya’ya gitmeden o günlerde keşfetmiştim...

Parçayı dinlerken “California Oteli”nin hayalimdeki resepsiyonuna girişimi gözümün önüne getiriyordum...

Hayallerimle, dışımdaki ölüm dolu aşksız ve sevgisiz hayatı yaşamaya çalışıyordum...

Dün Ayşe Nazlı, Justin Bieber konserine gitti...

Ben de Google’dan Kanadalı gencin “As long as you love me” (Sen beni sevdiğin müddetçe) isimli parçasını indirdim...

Genç çocuk sevgilisine “Sen beni sevdikçe, ben senin her şeyin olurum diyordu... Askerin olurum, altının, gümüşün, platinin olurum...”

“Evsiz de kalsak, aç da kalsak, ayrılsak da...”

O bunları söylerken, sevdiği kızın babası beliriyordu;

- “Bir gün bir başkası için kızımın kalbini kıracaksın... Kızım benim için çok şey ifade ediyor...” diyerek tersliyordu Bieber‘ı...

Konu kızım olduğunda; Justin Bieber’dan mı yana olacaktım, Justin Bieber’a mı karşı..


Justin ise “Siz bizi bilmiyorsunuz...” diyor ve sevgilisi için neler yapacağını sıralıyordu...

- “As long as you love me...”

***


Babasının cevabı ise kısa ve netti:

- “Sure yo dou...” (Elbette yaparsın...)

Kızımın Justin Bieber’ı sahnede dün gece, ben de genç Kanadalı’yı internetteki konserlerinden izledim...

***


Justin Bieber’a hayran olan kızım, o şarkıları dinlerken, kendisini muhtemelen “her şart altında delicesine seven bir sevgiliyi hayal edecekti...”

Ben ne yapacaktım peki?..

Ona “henüz zamanın gelmedi” diye duygularını geçiştirerek mi davranacaktım?..

Yoksa bir bilinmeyene doğru gidecek meçhul bir maceraya ses mi çıkartmayacaktım?..

Konu kendi kızım olduğunda Justin Bieber’dan yana mı olacaktım, Justin Bieber’a karşı mı?..

Ne rahatsız edici bir soru, ne içinden çıkılmaz muamma bir durumdu...

Her şart altında sevmeye ve anlayışlı davranmaya söz verdim kızıma...

Sonuçta 10 yaşındaydım Sympathy parçası çaldığında...

- “There is no enough love to go around” dediğinde...

Dün gibi hatırlıyorum, 11 yaşında o parçayla ilk dans edişimi...

Bir Cumartesi öğleden sonrasında, gittiğim bir doğum günü partisini...

Nihayetinde kızım Justin Bieber şarkılarıyla yaşamayacak mı yaşamış olduklarımın benzerlerini...

Ruhumuz nedense hiç yaşlanmıyor...

Bir parça bilgeleşiyor sadece...

SABAH ÇOK ERKEN KALKABİLMEK...

Robin Sharma şöyle diyor;

- “Erken kalkmak kendinize verebileceğiniz bir armağandır...

Erken kalkma alışkanlığı gibi hayatınızı değiştirebilecek güce sahip sadece birkaç öğreti bulunur...

Sabahın ilk saatlerinin çok özel bir tarafı vardır...

Zaman sanki yavaşlamış gibidir...

Hava yoğun bir huzurla doludur...

‘Saat 5 kulübüne katılmak’ günün üzerinizdeki kontrolünü alıp, size gününüzü kontrol etme gücü verir...

‘Yatak savaşı’nı kazanmak, ‘zihninizi yatağınızın önüne koyabilmek’, sizi günün en önemli zaman diliminde, fazladan bir saatlik sessiz bir zaman kazandıracaktır...

Eğer akıllıca kullanırsanız, gününüzün geri kalan kısmı olağanüstü bir hal alacaktır...”

***


Habercilik yaptığım yıllarda, gece yarısı haber toplantılarının bitişi 02-03’ü bulurdu...

Gecenin bir vakti insanları yataklarından kaldırıp, ertesi sabahın köründe bir haber projesi için ‘olur’larını aldığımız çok olurdu...

Sabah bir gece öncesinin televizyon ratingleri saat 10.15 sularında gelirdi...

O saatte uyanır güne ratingleri alarak başlardım...

İyi ratingler aldığımı bildiğimden, güne moralli başlamayı hesaplar, sabahları 10’dan önce kalkmamaya özen gösterirdim...

Şimdi Robin Sharma gibi saat 05’te olmasa da çockularımla birlikte sabah 07’de uyanmış oluyorum...

Erken uyanmanın ve güne erken başlamanın hayatı ne kadar değiştirdiğini, ne büyük bir huzurla güne başladığımı şimdi fark ediyorum...

Anlıyorum ki, gece kaça kadar çalışmış olursan ol, geç başlanan bir gün, bilinçaltında ‘suçluluk’ duygusu yarattığından, insanı gün boyu huzursuz ediyor...

Uykunu gün ışıldadıktan sonra almaya çalıştığından, üzerinde belli belirsiz bir yorgunluk oluyor...

Erken uyanın ve güne erken başlayın...

Ne demek istediğimi anlayacaksınız...

DİĞER YENİ YAZILAR