Fenerbahçeli kadınlar...

Haberin Devamı

Kadınları “Babasız kadınlar...”

Babasının prensesi kadınlar...

Kahvaltı kadınları...

Siyah beyaz Prada kadınları...

‘Sharon kadınlar’ gibi tanımlamalarla anlattım hep...

Bu anlatımlar gerçek olsalar da, kadınlarla ilgili genel gerçekler bunlardan ibaret değildi...

“Fenerbahçeli Kadınlar“ı yazmadan kadınların önemli bir kısmını anlatmak mümkün değildi...

***


En önemli özellikleri, diğer kadınlardan farklı olarak belirgin bir “hırs“a sahip oluşlarıydı...

Onlar “hırs“lı kadınlardı...

Kendileri buna “tutku“ adını taksa da esasen hırslı kadınlardı onlar...

Hayatla ilgili, istedikleri gibi gitmeyen önemli bir “mesele”leri vardı...

“Sahip olduklarından” çok daha fazlasına “layık” olduklarını düşünüyorlardı...

Layık olduklarına inandıklarıyla, sahip olabildikleri arasındaki fark, takım sevgilerine bariz bir fanatizm, hissedilir bir agresivite, kendinden ve takımından başka kural tanımayan bir tutkuyu da beraberinde getiriyordu...

Fenerbahçeli kadın için, hayat kendisine, yeteneklerine, varlığına ve aidiyetine yapılan haksızlıklarla doluydu...

***


En fazla haksızlığı Galatasaray ve Galatasaraylılar yapıyordu...

Beşiktaş ve Beşiktaşlılar onlar için belirgin bir sorun gibi gözükse de, ağır bir mesele değildi...

Hatta Galatasaray’a karşı, bir sempati rüzgarı bile sayılabilirdi...

Belirgin bir dobralık vardı kişiliklerinde...

Ne var ki bu dobralık, zaman zaman kavgacı, inatçı ve sert mizaçlı bir nobranlık biçiminde tezahür ediyordu...

Haksızlığa uğradıklarını düşündükleri oranda, kavgacı olabiliyorlardı...

Genelde de hem hayatta hem futbolda haksızlığa uğradıklarına inanıyorlardı...

***


“Büyüklükleri” tescil edildiği nipsette ise sevecen ve aşk doluydular...

Başkalarını ötekileştirmekten, onlara tepeden bakmaktan, ‘ölümüne’ yaşamaktan ve başkalarına hayat hakkı tanımayacak kadar “Fenerbahçe merkezli” olmaktan mutluydular...

Dışardan bakıldığında kimselere hayat hakkı tanımaz görünen nobranlıkları, yakından ve severek bakıldığında “tutkudan ibaret bir saflık” halini alıveriyordu...

Böyle yönetildiklerinde sevgi ve aşk dolu bir afet oluveriyorlardı...

***


“Hırs”ları ürkütücüydü...

Sevgileri de...

Renklerine sevgileri, takımlarına her daim haksızlık yapıldığı inancıyla arızalı bir hal alırdı...

Fenerbahçeli bir kadın, her zaman takımına, kendine haksızlık yapıldığına inanırdı...

Bir Fenerbahçeli kadın, hayatta kendilerinden başka kimsenin onları sevmeyeceğine inanırdı...

Sarı lacivert renklerin dışındaki her rengin, gizli bir düşman olduğunu düşünürdü...

Başkalarıyla, kurulamayan iletişim zorunlu bir şovenizmi beraberinde getirirdi...

***


Aslında nahif ve iyi niyetliydiler...

Hırsın ve tutkunun yarattığı bir çekimlerinin olduğu da yadsınamazdı...

Ukala, kimseleri önemsemeyen içselleştirilmiş bir snobizmin parçası değildiler...

Fakat kendilerinden başka herkesin gizli birer düşman olduğu inancı, onları dışarıya karşı asabileştiriyor, Fenerbahçe aidiyeti süper bir egoyla bütünleşiyordu...

Hayatın temelinde kendileri ve kulüpleri vardı...

Ben doğuduğumda, büyüdüğümde ve sonrasında, hayatımda en yakınımdaki kadın bir Fenerbahçeli’ydi...

Hırsıyla, hayatın kendisine haksızlık ettiğine olan inancıyla, Fenerbahçe’nin ‘büyüklüğü’ne vurgu yaparak dengelediği kişisel hayal kırıklıkları ve tutku haline getirdiği takımı ve vurgularıyla “annem” gerçek bir Fenerbahçeli’ydi...

***


Hayatımda gördüğüm, sevdiğim, aşık olduğum Fenerbahçeli kadınlar da her şeyleriyle Fenerbahçeli’ydiler!..

Tuttuğunu kopartmaktan mütevellit bir bir hırs, çıt kırıldım olmayan vurgu, tutkudan kaynaklanan bir kadınlık cazibesi, deli bir cesaret, Fenerbahçe konusunda kontrol edilemeyen bir vücut dili ve kendini çok şeye layık görmekten kaynaklanan kişisel hayal kırıklıkları...

“Tutkusuna, hırslarına ve kendisine” gösterilen saygı ve anlayış ölçüsünde, sevgi patlaması gösterirdi...

O sevgi patlaması bir “cüretkar bir aşk kadınının” sınırsız dehlizlerine götürürdü bir erkeği...

O tutkularıyla yaşayan, “Fenerbahçeli Kadın” adındaki bir cazibeydi...

Şu anda Fenerbahçeli kadınların hepsi, her şeyden çok “UEFA Kupası’nı” istiyordu...

Galatasaray’ın elinden o ayrıcalığı alabilmek için...

Ölümüne istiyorlardı...

İSTANBUL’A YAZ GELİYOR...

Güneş hepten ısıtmaya başladı İstanbul’u...

Daha önceki ortaya çıkışlarında, yeni bir soğuk dalgası kapıyı çalacaktı...

Bu biliniyor bekleniyordu...

Bilindiği ve beklendiği için, güneş ısıtırken bile içimiz tedbiri elden bırakmıyor ve soğuk kalıyordu...

Ancak bu sefer artık yaz gelmekte olduğuna işaret bir güneş var İstanbul’da...

Daha baharı yaşamadık...

Fakat yaz geliyor artık...

***


Geçen yıl bu zamanlar içimden çıkarttığım fırtınalar ve yeni başlangıçlarla, dehlizlerin derinliklerinden su üstüne çıkmıştım...

Bu yıl bir yenisini yapma zamanıdır şimdi...

İçimde sonsuz bir kıpırtı, yaşamı yeniden bütünüyle kavrama arzusu, hayatta bitirilmesini düşündüğüm işlerin önemli bir bölümünü daha bitirme arzusu var şimdi...

Yaz geliyor ve ben yeniden doğuyorum...

Enerjim yükseliyor, kalbim çarpıyor, hayatla yeni bir meydan okumaya hazırlanıyor ruhum...

Ayşe Nazlı onüç, minikler dört yaşını dolduruyor...

Hoş geliyorsun doğduğum mevsim...

Hoş geliyorsun sevgili yaz!..



SAHİCİ VE ŞEFKATLİ...

“Acılar derin bir manevi gelişme için her zaman birer vasıta olmuştur...

Büyük acılara katlanan kişiler, genellikle yüce kişiliklere dönüşen kişilerdir...

Yaşam tarafından incitilmiş olanlar, genellikle başkalarının acılarını anında fark edebilenlerdir...

Zorluklara katlananlar, yaşam tarafından alçak gönüllü hale getirilenlerdir...

Onlar daha sahici ve daha şefkatlidirler...” Robin Sharma...

DİĞER YENİ YAZILAR