Fener derbisini kazanan miniklerim artık gerçek birer beşiktaşlı sayılabilirler!..

Haberin Devamı

Acaba hangi yaşımdan itibaren oluşan anılar beynimde yer ettiler?..”

Çocuklar arabada uyuyorlar...

Onlara bakarken bu soru geçiyor aklımdan...

Yaşları dörde geliyor...

Dört yıl içinde üç kez geldiler İnönü Stadı’na...

İlkinde 15 günlüktüler...

Kundakta uyuyorlardı...

Tribünlerin sesini “ninni” gibi dinleyerek geçirdiler, çifte kupanın verildiği geceyi...

Sonra bir maça daha götürdüm onları...

Havasını koklasınlar, stadı ve tribünlere aşına olsunlar diye...

Önceki akşam derbiye giderken yolda uyuya kalıyorlar...

Saat 18.10’a kadar müdahale etmiyorum, stadın önünde kilitlenmiş trafikte duran arabadan inmiyorum...

Bir parça daha uyusunlar diye...

***


İnsanoğlu yavrusunun iki dakika daha fazla uyuması için neler yapıyor...

45 yıl o stada kendi başıma giderken, beş dakika erken gireyim diye arabaları bırakır adımlara kuvvet hızlanırdım...

Şimdi iki dakika daha bekliyorum ki, birazcık daha uyusunlar...

Sonunda anlıyorum ki ne onlar uyanacak, ne de benim gönlüm onları uyandırmaya elverecek...

Arabada Şükrü Yazıcı kardeşim bir de çocukların bakıcısı var...

Kucaklara alıyoruz çocukları...

Uyurken stada gireceğiz öyle düşünüyorum...

Stada girerken herkes bize bakıyor...

Bir ara öne eğilip oğluma bakıyorum...

Uyanmış; cin gözlerle etrafı seyrediyor...

***


Giriyoruz stada...

Çocuklardan dolayı “kendi kombine yerime değil, Tamer Kıran kardeşimin locasına geçeyim” diyorum...

Gidiyoruz ki herkes orada...

Bir deli kalabalık...

Stat tıklım tıklım...

Müzikler, şarkılar, her oturma yerine özenle yerleştirilmiş kareli siyah beyaz bayraklar...

Ne çok sevdiğimi hatırlıyorum çocukken; kareli siyah beyaz bayrağı...

Ankara’da bulmak nasip olmamıştı...

Aylarca aramış, sonunda Sıhhiye’deki Fifaspor mağzasında diktirtmiştik bir bayrak...

O da istediğim gibi olmamıştı...

Ay yıldız bir tarafında görünüyor öteki tarafında görünmüyordu...

***


Locada herkes çocuklarla ilgili...

Her taraf siyah beyaz...

Çocukların da üzerlerinde siyah beyaz kaşkolları var...

Etrafı seyrediyorlar...

Bağırmalar artınca, hafif korkuyorlar...

Bir Fener atıyor, bir Beşiktaş...

Beşiktaş gol atınca, büyük curcuna olduğundan çocuklar önce hayret ediyor sonra seviniyorlar...

Fenerbahçe’nin gollerini ise fark etmiyorlar...

Ses seda çıkmıyor statta çünkü...

***


Hava gittikçe soğuyor...

İçim gidiyor, üşüyorlar mı diye...

Bakıcı “Locanın içine götüreyim mi?..” diye soruyor...

“Hayır” diyorum, “Dışarıda kalsınlar... Kucakta oturup seyretsinler... İçerde görecekleri bir şey yok...”

Bir bakıcıya bir bana gidip geliyorlar, kucaktan kucağa...

Maç bitmeden üç dakika önce, locanın kapıya en yakın yerine konuşlanıyoruz...

Biter bitmez koşarak çıkartacağım ki, trafiğe ve kalabalığa kalmayalım...

Biz kapı ağzında otururken geliyor üçüncü gol...

Etraf öyle bir kendinden geçiyor ki, minikler korkuyorlar...

Çevredeki coşkunun kızgınlıktan mı sevinçten mi kaynaklandığını ufacık beyinleri ilk anda algılayamıyor...

Babalarına bakıyorlar o anda...

Onu da seviniyor gördüklerinde rahatlıyorlar...

Onlar da seviniyorlar...

Gece 21.30 gibi annelerine bırakıyorum onları...

Hayatlarının ilk Fenerbahçe derbisini kazanmış çocuklar onlar...

Artık ‘gerçek bir Beşiktaşlı’ sayılacaklar...

*****


ARGO’YU GÖRDÜKTEN SONRA TAHRAN’A GİTMEK İSTİYORUM!..

Ben Batılı standartları benimsemiş bir adamım...

Yaşamımın temel koordinatları, okuduğum okullar, aldığım eğitim, kaldığım ülkeler, yaşadığım kentler, izlediğim filmler, okuduğum kitaplar, dinlediğim parçalar, ait olduğum kültürel kimlik, benimsediğim ekonomik birlik, içselleştirdiğim demokratiklik hep Batılı bir “üst kimliğin” ürünü...

Doğu’ya duyduğum nispi mesafe “Batı’nın beynimi şartlamış olmasından...”

Güney’e duyduğum göreceli antipati; Batı’nın kitle iletişim araçlarının, beynimdeki şırıngasının neticesi...

***


Uzun zaman bunu böyle kabullendim ve bunlara fazla ses çıkarmadım...

Fakat sanıyorum ben değişiyorum...

Hayatı iyiler ve kötüler müacadelesinden ibaret görmüyorum...

Medeniler ve medeniyetsizler ayrımında hissetmiyorum...

Akıllılar ve cahiller bölünmüşlüğünü kabul etmiyorum...

Cumartesi gecesi Digitürk paralı film kanalından yılın Oscar’ını alan Argo‘yu seyrediyorum...

Bu film mi aldı Oscar’ı?..

Gözlerime inanamıyorum...

***


Sıradan bir rehine kurtarma filmi...

Filme hava katan, olayın İran’da geçmesi, Ayetullah Humeyni posterleri, gerçek bir rehine krizinden tetkiklenmesi...

Bir ay kadar önce Pi’nin Hayatı’nı izledim...

Bir sinema şöleniydi izlediğim...

O filmin sinema kalitesiyle, Argo‘nun film kalitesi kabil-i kıyas değil... Hadi onu geçtik...

Hiç olmazsa bir değişik bakış, “ötekine yönelik bir parça insani bir yöneliş” olmaz mı?..

Hayır!..

Filmin bir sahnesi var...

Amerikalı rehineler kaçmak için “film yapımcısı, kameramanı, görevlisi” rolüne bürünüyorlar...

O halde Tahran’ın en büyük pazar yerine gidiyor ve fotoğraf çekiyorlar...

***


Çevrenin fotoğrafını çekerken, dükkan sahibi yaşlı bir adam “deli gibi üzerlerine yürüyor ve bağırıp çağırıp, onları tartaklamaya kalkıyor...”

Adamın öfkeli ve hiddetli hali sanki bir “mağara adamı” izlenimini veriyor...

O hiddetli, öfkeli ve mağara adamına benzeyen yaşlı adam konuşurken, “Oğlunun Şah’ın adamları tarafından öldürüldüğünü” söylüyor...

Yaşlı adamın tepkisi o sırada Amerika’nın kendi ülkesinde tuttuğu ve İran rejimine karşı koruduğu Şah’a yönelik... Onun için sebebini bilmeden fotoğrafını çeken Amerikalılar’a tepki duyuyor...

Bu haliyle bir babanın gözü önünde öldürülmüş evladının akmış kanından kaynaklanan son derece insani bir tepki yaşlı adamınki...

Oysa bu tepki bir mağara adamının öfkesi şeklinde filmöde yansıtılmakta...

Antipatik ve korkutucu...

Sadece bu örnek, Argo filminin bir çeşit “Çağdaş Rambo filmi” olduğunun göstergesi...

Anlıyorum artık “Çağdaş Rambo’lar Oscar almaktalar...”

Filmin çifte standardı bende tam zıddı bir duygu yaratıyor;

- “Bir an önce Tahran’a gitmek ve oraları keşfetmek istiyorum...”

*****


KORKULARIMIZ...

“Gerçek kimliklerimizden kelimenin tam anlamıyla korkarız...

Kendi ışığımızdan korkarız...

Parıltımızdan korkarız...

Becerebileceğimiz büyük işlerden korkarız...

Dik durup ışığımızın dünyayı aydınlatmasından korkarız...

Büyük yetenekler büyük sorumluluklar getirir...

Birçok insan yeteneklerine yüz çevirir...

Çünkü onların sonucu olan korkusuzca yaşamayı, dünyada değişimler yaratmayı üstlenmek istemezler...

Bu sorumluluklar onlara ağır gelir...

Bu korkuları nedeniyle büyüklüklerini kaybederler...”

Robin Sharma

DİĞER YENİ YAZILAR