Bir Şubat öğleninde Nazım’ın yaşadığı aşk...

Haberin Devamı

Bugün 10 Şubat...

Sevgililer Günü’nden önceki son Pazar...

Aşkın, havayı ısıtan bir Lodos gibi estiği bu yağmurlu Şubat gününde 79 yıl öncesindeki böyle bir güne gitti aklım...

Nazım geldi gözlerimin önüne...

Suat isimli genç bir kızla yaşadığı o öğleden sonrası romansı...

Yıllar sonra derin, bilgili, alçak gönüllü, sabırlı, çilekeş ve onurlu bir yazar olacak olan Suat Derviş’le yaşadıkları Çamlıca tepelerindeki o romantik günü hayal ediyorum şimdi...

***


“1935 kışında Nazım, Yedigün dergisinde çalıştığı sıralarda bir gün gençlik arkadaşı Suat‘la karşılaştı...

Onun adını bile unutmuştu...

Suat o gün Nazım‘a bütün kadınlar gibi aşırı bir ilgi gösterdi...

Nazım böyle şeylere alışıktı...

Karşısına çıkan yeni bir kadına ayıracak zamanı olmasa bile gördüğü ilgiden çok hoşlanıyordu...

Bu yakınlığı geliştirecek sözler söylemekten de geri kalmıyordu...

Böyle davranmak onun doğasında vardı...

Suat Derviş’le bir süre sohbet ettikten sonra;

- “Bana müsaade...” dedi, “gitmek zorundayım...”

***


- “Aa ne güzel... Ben de çıkıyorum...” dedi Suat “birlikte gideriz...”

Babıali’den Köprü’ye kadar yürüyüp Üsküdar vapuruna bindiler...

Nazım durmadan tatlı tatlı anlatıyor ve arkadaşını büyülüyordu...

Vapur Üsküdar iskelesine yanaşınca Nazım;

- “Sen nereye gidiyorsun?..” diye soracak oldu...

- “Sen nereye gidiyorsan ben de oraya...”

Nazım ne desin?..

- “Ben Altunizade’deki evime gidiyorum... Sen de gel...” diyemezdi ya...

- “Suat...” dedi, “Bak hava ne kadar güzel... Şubat ortasında böyle bir hava görülmüş şey değil... Haydi gel Çamlıca sırtlarında bir tur atalım...”

***


Birlikte otobüse binip Çamlıca’ya gittiler...

Saat 16 olmuştu...

Hava biraz serin ama güneşliydi...

Başladılar Çamlıca tepesine tırmanmaya...

Bir gün önce yağan kar erimiş yollar vıcık vıcık olmuştu...

Nazım’ın lafı hiç bitmiyordu...

Ne de tatlı anlatıyordu...

Güneş yavaş yavaş Çamlıca tepesine inmişti...

Onlar da su birikintilerine, çamurlara bata çıka gezintilerini sürdürüyorlardı...

Fakat Suat Hanım’ın beklentileri başkaydı.

Nazım bir ara heyecanla bir şeyler anlatırken, onu arkasından kucaklayıverdi...

- “Aa yeter Nazım...” dedi, “Bıktım senin bu derslerinden... Yanında ben var mıyım yok muyum hiç umurunda değil... sanki okulda öğrencilerinle konuşuyorsun...”

***


Ee bu söze ne denir?..

Serde erkeklik var...

Nazım şeytana uymak zorundaydı...

Suat’ı kucakladı...

Dudak dudağa geldiler...

Suat Derviş’in de beklediği buydu...

Çevrede hiç kimse yoktu...

Zaten olsa da umurlarında değildi...

Uzun çok uzun bir öpüşme seansından sonra Nazım’ın sesi kesildi...

Evde Piraye‘ye ne anlatacağını düşünmeye başladı...

‘Suat Derviş’le Çamlıca sırtlarında dolaştık... Uzun uzun öpüştük...’ diyemezdi ya...

Telaşlandı...

- “Suat dönelim artık... Hava serinledi...” demekle yetindi...

- “İyi ya dönelim... Anlıyorum evine geç kaldın...”

- “Biraz öyle oldu... Ama yine buluşuruz... Her şey çok tatlıydı...”

***


Döndüler...

Nazım’ın ayakkabıları ve pantolonunun paçaları çamur içindeydi...

Eve geldiğinde Piraye sinirlendi...

- “Nazım bu ne hal... Çamurlara batmışsın... Nerede kaldın...?”

- “Piraye’ciğim nasıl oldu bilmiyorum... Bir sonraki durakta inmişim... Yolda çamurlara battım...” dedi, fakat Piraye hiç inanmadı...

- “Hani söz vermiştin, beni aldatmayacaktın... İşte aldatıyorsun...” diye haykırdı...

Nazım susuyordu...

Piraye bulanımlar içerisindeydi...

- “Kendimi öldüreceğim...” diye bağırdı...

Nazım yerinden kımıldayacak halde değildi...

Hiçbir suçu yoktu ama Çamlıca’nın çamurlu yollarında dolaşıp elinde olmadan bir kadını öpmek zorunda kaldığı için kendini biraz kabahatli buluyordu...

***


Piraye mutfağa giderek bir kova su doldurdu...

Suyu başından aşağı boşalttıktan sonra balkona çıkıp oturdu...

- “Zatürree olup öleceğim... Benden kurtulursun...” diye söylenmeye başladı...

Nazım yalvar yakar yarım saat uğraştıktan sonra Piraye‘yi güç bela içeriye alabildi...

Başı dertteydi...

Piraye... Semiha... Suat Derviş...

Hangi birini mutlu edecekti?..”

***


79-80 yıl öncesinin bir Şubat gününden hayal meyal görüntülerdi anlattıklarım...

Hıfzı Topuz’un Nazım Hikmet’in romanı, Hava Kurşun Gibi Ağır’dan aldım...

Sanırım bizleri biraz da bu romanlar, bu anılar mahvetti...

Öykündüğümüz hayatların, “acılı, çilekeş ve trajedilerle dolu taraflarını” bir tiyatro oyununu seyreder gibi seyrettik...

Öğleden sonraların küçük kaçamak romanslarından, kendimize “çapkın” hayatlar inşa etmeye kalkıştık...

Nazım’ın dramlarından, deli dolu çapkınlıklarından, kendi hayatlarımıza merhemler şırıngaladık...

Bizi bu Şubat havaları ve bu romanlar mahvetti!..

*****


OYA ECZACIBAŞI’NA MEKTUPLAR...

Geçen hafta sonu bir kız arkadaşım, Kanyon Alışveriş Merkezi’ndeki Fungate isimli çocuk oyun salonunda yaşadığım sorunları okuyunca telefonla aradı...

- “Çocukların için Pazar gününe İstanbul Modern’de muhteşem bir atölye çalışması için rezervasyon yaptırdım... Film izleyecekler... Resimler görecekler... Öğretmenler eşliğinde bazı eskizler çizecekler... Saat 1’de olacak...” dedi...

Birkaç ay var ki İstanbul Modern’e gidememişim...

İki yazar arkadaşımla randevuyu da oraya verdim ki, çocuklar atölye çalışması yaparken de ben de orada onlarla sohbet edebileyim...

***


Borsa Lokantası muhteşem standardını ve lezzetini İstanbul Modern’e de taşımış...

Nefis bir yemek, muhteşem bir manzara ve sanatla dolu bir Pazar’ı ailecek keyifle yaşadık...

Bunu yaşarken bir taraftan da düşünmüyor değildim elbette...

İstanbul Modern’in yaratıcısı Oya Eczacıbaşı, çocukların böylesine sanatla dolu bir Pazar geçirmesinde en önemli figürlerden biriydi...

Bu çocuklar içerisinden ilerde kim bilir ne sanatçılar çıkacak?..

Hayatları ne kadar renkli, zengin ve mutlu olacak bu çocukların bu etkinliklere küçük yaşlarında başladıkları için?..

***


Bir taraftan da düşündüm...

Kanyon alışveriş merkezi de Eczacıbaşı ailesinin ukdesinde bir merkez...

Böylesine sanat aşığı bir ailenin, ukdesindeki bir alışveriş merkezinde onlarca lokanta, bar, kafe var...

Ne yazık ki çocukların oynayacağı doğru düzgün tek bir mekan yok...

Bu elbette sanat dostu Eczacıbaşı ailesinin suçu değil...

Fakat kapitalizm böyle bir şey...

Pahalı alışveriş merkezindeki kirası yüksek dükkanlar para kazanabilmek için lokanta ve bar işlerine giriyorlar...

Çocuklardan bir saatlik oyun karşılığı alacakları 20 lira, kapitalist işletmelerin kar hırsını tatmin etmiyor...

Dükkanlar çocuk oyun salonu açmak yerine, lokanta ve bar açıyorlar...

Varolan oyun salonu da “doğum günü partilerine ev sahipliği” yapmakla yetiniyor...

Cat Stevens onun için söylüyordu

“I know we had come a long way...

And we’re changing day to day...

but tell me where do the children play?..” diye...

(Biliyorum uzun bir yoldan geliyoruz...

Ve her gün değişiyoruz...

Fakat söyle bana...

Çocuklar nerede oynayacaklar?..)

Kim bilir nerede?..

*****


KUANTUMDA İYİLEŞME... ROMATİZMA...

NEDENİ;

Gücü reddetmek...

Zayıf olduğunu düşünmek...

Acizlik duygusu...

Genellikle bu kişiler ‘yapamam’ sözünü çok kullanırlar... Birilerinin kendilerine destek vermediğinden yakınırlar...

DÜĞÜM ÇÖZME...

Yapamam...

Bilmiyorum...

Çaresizim...

Kim çaresiz?..

O çaresiz...

O çaresiz görünmek istiyor...

Gücümü kullanmak istemiyorum...

Kimse bana yardım etmek istemiyor...

Tanrı beni unuttu...

***


Bu cümleleri en az yirmi kez dura dura tekrar edin...

Bedeniniz mutlaka bunları söylerken tepki verecektir...

Bu tepkiler yok olana kadar devam edin...

Çalışmayı bir günde bitirmek zorunda değilsiniz...

***


EYLEM ÖDEVLERİ;

‘Gücümü kullandığımda yaşamımı güvenle sürdürürüm...’ olumlamasını günde on kez, sabah akşam dört ay tekrar edin...

Sadece sizin sonuçlandırabileceğiniz basit şeyleri seçin ve sürekli ‘yapabilirim’ deyin...

Kim başarmaktan korkuyor?..

‘Gücümden neden korkuyorum...’ diye sorun...

En az on kere ve aralıklarla, dört gün boyunca bunu sürdürün...

Sonra bırakın ve yanıtı düşünmeyin...

Bu olayın devamında bir rüya görebilir ya da ilginç bir rastlantıyla yüzleşebilirsiniz...

(R. Şanal’ın Kuantum İyileşme kitabından...)

***


Bu öneriler, klasik tıbbın sınırlarında kalan okuyucular için “anlamsız ve gereksiz” gelebilir...

Bu öneriler kafadan uydurma teoriler değildir...

Hayatı meydana getiren enerjidir...

Bizler de enerjiden oluşuruz...

Beynimizde düşüncelerin yarattığı enerji, vücudumuzun her tarafını bire bir etkiler...

Beynin düşüncelerle oluşturduğu komutlar tüm hücreleri ve organları bire bir etkiler...

Beynin düşünce biçimini değiştirmeden, hücrelerin ve organların üzerinde sağlık inşa etmek mümkün değildir...

İyi Pazarlar...

DİĞER YENİ YAZILAR