Dün İstanbul’da deprem olsaydı!..

Haberin Devamı

Dün Bozcaada açıklarında 6.2 büyüklüğünde deprem meydana geldi... Deprem dün kara teslim olan İstanbul’da hissedilince, “İstanbul’a deprem mi geliyor” şeklindeki yorumlar aldı başını gitti...

Kar ve tipinin acizleştirdiği insanlar, bir de “Deprem olursa ne olur?..” sorusunu sormaya başladılar...

Sabah gazetesinin internet sitesi, “İstanbul’da o söylenen deprem olursa ne olacağını” anlatan korkunç raporu yayınladı...

2500 ile 10 bin arası bina ‘yıkıldı’ denebilecek şekilde çok ağır hasar altında kalacak...

13 bin ila 34 bin arası bina ise ağır hasar alacak...

Yani ağır ve çok ağır hasar alacak binaların toplamı 15 bin ila 45 bin arasında...

Bu binalardan sağ salim çıkma ihtimalinin ne olacağını siz hesaplayın...

***


85 bin ila 150 bin arası ise orta hasarlı bina olacak İstanbul’da...

250 bin ile 350 bin arası ise hafif hasarlı...

10 bin ila 30 bin kişinin hayatını kaybedeceği öngörülüyor dünya çapındaki bu kentte...

20 bin ila 60 bin kişi hastanelere yatmak zorunda...

50 bin ila 140 bin kişi hafif yaralanacak...

Tam 530 bin adet acil barınma ihtiyacı beliren hane olacak...

Bu yarım milyondan fazla hane demek...

Bir hanenin ortalama beş kişi olduğunu öngörürsek, 2.5 milyon insanın deprem sonrası evsiz barksız açıkta kalacağını hesaplarız...

Bu başlı başına büyük bir şehir demek...

Hatta küçük çaplı bir ülke demek...

450 noktada içme suyu hasarı...

1500 noktada atık su hasarı...

650 noktada doğalgaz altyapı şebekesi hasarı... 80 ila 100 milyar lira arası mali kayıp bekleniyor...

***


Önceki gün, İstanbul metrosunun kolaylıklarından söz ediyorlardı arkadaşlar...

Arabalarını almadıklarını karşı taraftan bu yakaya sadece yarım saatte trafiksiz geçtiklerini anlatıyorlardı...

Marmara’nın altından geçecek tüp geçit ve metronun tamamlanmasıyla İstanbul’un yepyeni bir hüviyete kavuşacağını, İstanbul’un Paris ve Londra gibi bir metro sistemine sahip olmaya başladığını belirtiyorlardı...

Ben de onlara “Paris, Londra, Berlin’deki metro sistemine kavuşmanın neden imkansız olduğunu” anlatıyordum...

“Paris’te, Londra’da, Berlin’deki metro sistemini kurmak demek, evinizden çıktığınızda yürüyerek en fazla 10 dakika mesafade mutlak bir metro istasyonu bulmak demek... Bu İstanbul’da olamaz ki...” diyordum...

***


Hayat ne enteresan... Bir gün önce İstanbul’un dünyanın en fazla yıldızı parlayan kentlerinin başında geldiğini hararetle tartışıyorsunuz...

Ertesi gün, kar ve tipinin yakınlardaki deprem haberiyle yarattığı kaygının ortasında, otuz bin kişinin ölebileceği, 2.5 milyon insanın evsiz barksız kalabileceği gerçeğiyle yüz yüze geliyorsunuz...

İkisi de İstanbul...

İkisi de madalyonun iki tafındaki gerçek...

Evlerin binaların depreme dayanıklı hale getirilmesi, İstanbul’un öncelikli projesidir...

Bu proje belki yapana oy getirmeyecek...

Fakat “insanlığa dönük bu büyük hizmeti yapanları” kuşaklar boyu insanlık “sonsuz hizmet edenlerin büyük sevabıyla” ödüllendirecek...

“Oy” dediğiniz günlük, bu dediğimiz “ebedi” bir ödüldür...

*****


TOM CRUISE’UN FİLMİNİN HAKKINI YEMEYİN...

Filmleri sadece hikayeleri, castları, karakterlerin oyun gücü ve görüntü efektleriyle izleme günlerini geçeli çok oldu...

Filmdeki görüntülerin beyaz perdede kalış süresi, biçimi, görüntünün kusursuzluğu gibi filmi film yapan teknik konular daha fazla ilgimi çekiyor son zamanlarda...

İzlediğiniz festival filmi değil, ticari kaygıları ön planda olan bir Hollywood yapımıysa eğer, görüntü mükemelliği, kadraj kusursuzluğu, yönetmenin tempo yaratmadaki ustalığı, planlardaki geçiş gibi filmi film yapan konular ön plana çıkıyorlar...

***


Ömür (Gedik) “Jack Reacher bu muymuş?..” diye başlık attığında filme çok mesafeli bakmıştım...

Önyargısız bulduğum bir sinema eleştirmenidir Ömür...

Ne ki, bu filmin hakkını çok yediğini söylemeliyim...

Bu filmler için gerekli olan muhteşem bir temposu var filmin...

Hiç sıkmıyor...

Hiç oflatıp poflatmıyor...

Tom Cruise, hayatımın hiçbir döneminde “olmazsa olmaz” aktörlerden biri olmadı benim için...

Eyes Wide Shut’ta (Gözleri Tamamen Kapalı) bile...

Üstelik Penelope Cruz gibi bir “muhteşem”le evliliği becerememiş olması, Hollywood yakışıklısını gözümde “derinliği olmayan bir sıradanlığın içine” sokmuştu...

***


Tom Cruise Holloywood’da oyun gücünden ziyade, yakışıklılığıyla filmi sürükleyen karakterlerden biriydi ve bu haliyle hep, karakter ağırlıklı oyuncuların gerisinde bir pozisyondaydı...

Ömür Gedik’in yazdıklarıyla, bu kadar olumsuz yargı biraraya gelince, benim için bu filmi beğenmek bir sürprizdi...

İyi ki gitmişim...

Mükemmel bir iki saat geçirdim...

Hiçbir görüntü beni rahatsız etmedi...

Bir sanat şahaseri ya da bir sinema klasiği beklemiyordum...

Doğru düzgün bir yapım, iyi bir aksiyon, göselliği ve görüntü işlenişi usta işi bir filmle karşılaştım...

Bir dakikasında bile “sıkılmadan...”

***


Bazen insanlara haksızlık ettiğimi düşündüğüm anlar olur...

Tom Cruise sinemada çok fazla sevilen aktörlerden bir değil...

Biraz havalı olmanın koşulu “Tom Cruise’u beğenmemekten geçiyor” bunu biliyorum...

Ne ki, hayata ve insanlara önyargılardan dolayı bilmeden haksızlık ettiğim günlerin çok ötelerindeyim...

Hiç kimsenin bir filmin güzel olması için yaptığı onca çabayı görmezden gelecek halde değilim...

Jack Reacher, kendi kurallarıyla yaşayan, hayatı yalnız başına, kayıtlar altına girmeden yaşamaya çalışan bir asker-dedektif...

Yalnızların kendi vicdan terazilerinde yarattıkları şaşmaz doğrular ve adalet anlayışlarıyla hayatı yaşıyor...

Elbette yalnız bir şekilde bu hayatı yaşayabilmesi için, “her şeyin en mükemmelini tek başına yapmaya gerçekleştirmeye adanmış” bir ömür onunkisi...

Tom Cruise da Jack Reacher karakterinin hakkını sonuna kadar veriyor...

Genç ve tıfıl yakışıklılığında bu rolün hakkını veremezdi...

Şimdiki dönemi rol için daha uygun...

Jack Reacher’a gidin...

Hoş bir sinema keyfi yaşayacak bana teşekkür edeceksiniz...

*****


TUZLAMA TAMAM, YOLLAR NİSPETEN RAHAT...

Kar yağdı mı, mümkünse arabayı evin önünde bırakıyorum... Gideceğim yerlere taksiyle gidiyorum...

Böyle günlerde taksi şoförleri, kentin nabzını tutan en önemli haber kaynakları...

Yolların durumunu size söylüyorlar...

Nerede trafik tıkalı, nerede yollar rahat, nerede buzlanma var, nerede tipi bastı hepsinden haberdarlar...

Telsizle konuştuklarından İstanbul’un dört bir yanı, 24 saat boyunca hakimiyetleri altında...

Dün, kar bir bastırıyor, bir duruyor...

Birkaç kez yola çıktım, akşam saat 17’ye kadar yollar rahat ve temizdi...

***


Bindiğim taksilerden birindeki şoföre sordum:

- “Kar bir yağıp bir yağmadığı için tutmadığından mı yollar böyle rahat?..”

- “Hayır, abi tuzlama yaptılar... Belediye iyi çalıştı...”

- “Geçen sefer yapmamışlar mıydı?..”

- “Geçen sefer hazırlıksız yakalandılar...”

- “O niye?..”

- “Meteoroloji’ye göre, bir gün geç gelecekti kar, bir gün erken yağdı...”

*****


BİZ SİYAH DEDİKÇE GÖKTEN BEYAZ YAĞIYOR...

Önceki gün Twitter damardan vuran bir sözle sallanıyordu...

Dışarda lapa lapa kar yağarken, Çarşı yapacağını yapmış ortalığı yıkan tweet’i atmıştı...

“Biz Siyah Dedikçe Gökten Beyaz Yağıyor...”

Bir söz bu kadar mı damardan verilir?..

Lapa lapa yağan kar, bir takım sevgisiyle böyle mu muhteşem özdeşleştirilir?..

Twitter’a baktım...

- “Ben Galatasaraylı’yım... Ancak söz müthiş...” gibi yorumlar var...

***


Geçenlerde eski günlerin, çok iyi bir tribün Beşiktaşlı’sı olan arkadaşımla sohbet ediyordum...

Ona Çarşı’nın ne kadar “sempatik bir marka” olduğunu söylediğimde, “Ama Çarşı da Beşiktaş markasının önüne geçmemeli... Öyle bir hava var...” dedi...

Çarşı, Beşiktaş’ın önüne geçmez...

Fakat kabul etmek gerekir ki “Çarşı”, başka kulüp taraftarları için “Beşiktaş”tan daha olumlu bir marka...

Fenerbahçe, Beşiktaş, Galatasaray kendi kulüp taraftarları için, çok önemliler...

Fenerbahçe markası bir Beşiktaş taraftarına ne ifade eder?..

Muhtemelen olumsuz bir intiba...

Keza “Galatasaray markası” bir Fenerbahçeli için olumlu olabilir mi?..

Elbette “hayır..”

***


Oysa markaların esas gücü başka camialar üzerindeki gücüyle orantılı olmalı...

“Çarşı” markası, Fenerbahçe ve Galatasaraylı için de “sempatik ve pozitif duygu uyandıran” bir marka...

Çünkü Çarşı, esasen Beşiktaş ama sadece Beşiktaş değil...

Biraz sosyal, biraz siyasi, bir insani, biraz ironik, biraz özgür, biraz protest futbolun ötesinde bir marka...

Çarşı’yı başka kulüp taraftarlarının sempatik bulması, Beşiktaşlı için üzülenecek değil sevinilecek bir olay...

En azından benim için öyle...

DİĞER YENİ YAZILAR