Tanımadığı insanlara mirasını bırakan kadın...

Haberin Devamı


Duygusal, asil ve sanatçıydı...

78 kuşağıydı...

Devrimci dünyalardan, hayatı güzelleştirmek, insanların ezilmesini engellemek için ölümü göze alan bir kuşağın aidiyetinden gelmekteydi...

Meral (Okay), hayatının hiçbir durağında, içindeki o devrimciyi yok etmedi...

Devrimci dünyaların ideolojik sloganlarını, hepimiz gibi bir süre sonra terketse de, “solculuğun aslında bir duruş, hayatı bir okuyuş, ezilenden ve mağdurdan yana bir haykırış” olduğu duygusundan hiç uzaklaşmadı...

***


Televizyonda 70 milyonun kitlendiği dizilerin senaryosunu yazdı Meral...

Asmalı Konak, Muhteşem Yüzyıl ve daha niceleri...

Bunca hit olmuş, milyonların kalbinde yer etmiş dizilerin yaratıcısı ve senaristi olarak bir miktar para da kazandı “Devrimci Meral...”

Sonra çiğnenmiş, gadre uğramış kısa hayatının “tam işler iyi gidecek artık” dediği ikinci baharında vücudunu saran hastalığa yenik düşeceğini anladı...

50 yaşını henüz tamamlamış, kısa ve doyamadığı bir hayatı vardı...

Bir miktar da kazandıklarından ilerki günler için ele güne muhtaç olmamak üzere bir kenara koyduğu parası...

Öleceğini anlamıştı...

O elindeki avcundaki bir miktar paracığı hayatında hiç tanımadığı bir adama vermeyi düşündü...

Böyle bir kadındı...

***


Birikimlerinin “Ali Nesin’in Matematik Köyü Projesine” verilmesini istiyordu...

Bunu söylediğinde, aslında hiç ihtimal vermemiştim Meral’in Ali Nesin’i hiç tanımadığına...

Dün Ali Nesin’in açıklamalarını görünce şok oldum...

-”Meral Hanım’ın adını daha önce duymamıştım... Mirasının Matematik Köyü’ne verilmesini istediğinde ismini internete yazıp araştırdım...”

Benim sevgili arkadaşım, hayatındaki tek birikimini hiçbir yakınlığı olmayan bir adamın, değerli bulduğu bir projesine “Matematik Köyü” projesine verilmesini istemişti...

Paranın kalmasını istediği projenin sahibi adam “Meral’in ismini bile bilmediğini” söylüyordu...

Böyledir 78 kuşağının devrimcileri...

İsimleriyle değil, hayatlarıyla ve yaptıklarıyla anılırlar...

Çoğu isimleriyle anılamayacak kadar erken göçtüler bu dünyadan...

Gencecik bedenleri kurşunlara, işkencelere maruz kaldı, ruhları ölümsüzleşirken bedenleri dünyada kaldı..

Meral gibi 50’sini görenler de ellerinde avuçlarında biriktirdiklerini, “Yakından bile görmedikleri hayata katkı veren değerli projelere aktarmak istediler...”

***


Devrimciliği ve solculuğu siyasi sloganlardan ibaret zannederler...

Oysa devrimcilik ve solculuk bir siyasi slogan sepeti değildir...

Devrimcilik ve solculuk bir duruştur... Hayatı farklı biçimde okuyuştur...

Bunu anlayabilmek için Meral olmak gerekir...

Bu satırları yazarken Dilara (Endican) aradı...

“Gece başladı hala yoksun” dedi...

Oysa ben Meral’in gecesini bilgisayarın başında bu yazıyı yazarken yaşıyordum...

Masa ışığımın aydınlattığı loş odadan duyuyordum Sezen’in şarkılarını...

Ayağa kalkarak yapılan alkışları...

Meral başka bir yerde, ben başka bir yerde, o salonun dört bir yerindeydik aslında...

Biz de alkışlayanları alkışlıyorduk...

Ölüp giden, yarım kalmış heyecanların masumiyetinde yaşayan tüm 78’liler olarak... “Devrimciler ölmez!..”

*****


FISILDAYAN İTİRAF: “BİZE GAZETECİLERİN SİGARA İÇTİĞİNİ SÖYLEMİŞLERDİ...”


Savaş’ı (Ay) Seda’nın programında gördüm...

Yüzüne nur gelmiş...

Gözleri gülüyordu konuşurken...

Daha doğrusu fısıldarken...

Boğazına cihaz takmayı reddettiği için uzun zamandır fısıldayarak konuşuyor Savaş...

Olsun varsın...

Bu konuşması ona karizma katıyor...

Baktım...

Keyifliydi programda...

İki kez gırtlak kanseri geçirdi...

Biz mesleğini kalemiyle yaptığını söyleriz ama, esas sesiyle işini yapar bir gazeteci-televizyoncu...

Sesi kısılınca doğal olarak eski televizyon aktivitesini sınırlandırdı Savaş...

Yine aynı keyif, yine aynı bohem, yine aynı hoşsohbet cengaverlik...

55-56’sındadır şimdi...

25’inde neyse, 55’inde de o...

Bugün sesini geri ver, 30 yıl önceki Milliyet’in yazı işlerinin ortasına koy Savaş’ı...

O günkü gibi deli divane haber peşinde koşturmazsa ben hiçbir şey bilmiyorum...

***


Seda sigara içip içmediğini sordu Savaş’a...

Yıllarca sabah 9’dan gece 2’ye kadar iki paketten fazla sigara içtiğini söyledi...

Seda “Hala içiyor musun” diye sorunca, “Maalesef” dedi, “Hala içiyorum... Ama azalttım...”

Şaşırdığını görünce de, hayatımızı yanlış okuduğumuz bir itirafı “çelebice” yapmak zorunda hissetti kendini...

-”Gazeteci sigara içer... Biz öyle bilirdik...”

Bir kuşağın en delifişek gazetecilerinden birisiydi bunları söyleyen...

70’li 80’li yılların gazetecilerinin, abilerinden, müdürlerinden, şeflerinden, yayın yönetmenlerinden, ustalarından gördükleri gazetecilik yapma biçimini anlatıyordu...

“Gazeteci sigara içer...”

Konu sigara olduğu için eksik söylemişti Savaş...

“Gazeteci içki içer...”

“Gazeteci sokak raconunu bilir...”

“Gazeteci bohemdir...”

“Gazeteci gece nedir bilmez... 24 saat yaşar... Erken uyuyana gazeteci denmez... İçmeyen gazeteci demlenmiş sayılmaz... Sigarayı çekip, nefesini burnundan aheste aheste getirmeyen gazetecinin haberi otutmaz...”

Bunlar bizim mesleğin ‘amentüleriydi...’

***


Bir kuşak bu ritüellerle hayatı yaşadı, mesleğini icra etti...

Erken ölmemiz kaçınılmazdı...

Onun için de zihnimizi açacak!!, moral depolayacak!! replik bize ilaç niyetine verilmişti:

“Gazeteci fazla yaşamaz... Hızlı yaşar ve erken ölür...”

Oysa bu kahramanlık tiradının arkasında ne yapacağını bilmeyen dul bir eş, henüz reşit olmamış çocuklar, kimin eline bakacağı bilinmeyen bir aile kalırdı...

Ölüm haberini yapanlar da gazeteci olduklarından, merhum meslektaşlarının “yapayalnız sap gibi ortada kalmış ailelerinin dramlarını” sayfalarına yansıtmazlardı...

Sanal kahramanlık tiradlarıyla nice gazetecinin hayatı söndü, geride kalanlar ele güne muhtaç oldu...

Yetim çocuklarının ellerinde babalarının sarı basın kartının dışında, hiçbir banka kartı ya da hesabı yoktu...

***


Şimdi düşünüyorum da...

Gazetecileri, bu sahte tiradlarla “dolduruşa” getirenler pek de o kadar masum değildiler...

Buruk ve yalanı temel alan bir nostalji yapmanın alemi yok sanıyorum artık...

Gazetecilerin kendi vücutlarını parçalarcasına yaşadıkları o habercilik “mecrasının” artı değerlerinden kimler nasıl yararlanmışlar...

“Gazeteci uyumaz, sabahlara kadar sokaklarda yaşar, sigarası içkisi hayatının mezesidir” şeklinde bilinçaltımıza ustaca şırıngalanmış sloganlar, kimbilir hangi kazançların kamufle edilmiş şiarlarıydı...

Allahtan televizyon çıktı da, vücudu böylesine delik deşik eden bir hayattan en azından çoluğunu çocuğunu aç ve muhtaç bırakmayacak bir birikimle çıkabildi Savaş...

Gazetelerde kalsa o da olmayacaktı...

Kısılmış sesiyle otuz yıllık kader arkadaşımın “Hala sigarayı bırakamadım... Bize gazetecilerin sigara içtiğini öğretmişlerdi” şeklindeki konuşmasını izlerken, artık sigara içmediğim halde boğazımın düğümlendiğini hissettim...

Parçalanmış vücutlardan, çoktan parçalanmış ailelerden, bölük pörçük hayatlardan, hala dik durarak çıkmaya çalışan “gazeteciler” olmaya çalışıyorduk...

Öyle öğretmişlerdi ya bize;

-”Gazeteci dediğin ağlamaz oğlum!.. Sen önce gazetecisin...”

DİĞER YENİ YAZILAR