İdamdan önceki son sözler...

Haberin Devamı

Menderes’in idamına tanıklık eden askerlerden Muzaffer Erkan, 51 yıl sonra Adnan Menderes’in idam edilirken söylediği son sözleri açıklıyor...

Şöyle diyor Menderes:

“Türkiye’ye 10 sene Başbakanlık yaptım... Sekiz senemi Türk tarihi yazacak... İki senemi de dalkavuklarım... Oğlum Yüksel’in devlet tarafından okutulmasını istiyorum... Kaleminden altın damlasın... Bizim gibi olmasın...”

Ne hazin sözlerdir bunlar...

Siyaset ne kadar gaddarca yapılıyor bu coğrafyada...

Ölüm, idam, hapis bu coğrafyanın siyasi yol haritasıdır sanki...

***


Geçenlerde Mehmet Barlas, o yıllarda CHP milletvekili olan, bakanlık da yapmış olan babası Cemil Sait Barlas’ın Demokrat Parti’nin son yıllarında “idamla yargılandığını” anlatıyordu...

Kendisi daha 15 yaşında...

Annesi babasının cezaevine girip idamla yargılanması karşısında dönemin CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’ye bir mektup yazıyor...

“Kocamın durumu böyle böyle...” diyerek İsmet İnönü’nün birşeyler yapıp yapamayacağını soran kederli bir eşin mektubu bu...

Mektubu da götürmesi için annesi Mehmet Barlas’a veriyor...

Genç Mehmet Barlas mektubu alıyor ve babasının misket arkadaşı ve genel başkanı İsmet İnönü’ye götürüyor...

İsmet İnönü acılı eşin mektubunu okuyor ve 15 yaşındaki genç Barlas’a dönerek, onun hayatı boyunca unutamayacağı şu sözleri söylüyor:

-”Annene söyle siyasette olur böyle şeyler...”

***


Bu mektuptan yaklaşık üç yıl sonra bu kez Menderes idam ediliyor...

-”İlk sekiz yılımı tarih... İki senemi de dalkavuklar yazsın...” diyerek...

Ne acıdır ki, o da oğlu Yüksel’in devlet tarafından okutularak “altın kalem sahibi” olmasını ve kendi gibi siyasetle uğraşmamasını istiyor...

Ölümle kol kola giden bir siyasi kader hazin değil midir?..

Bu ülkenin siyaseti, hapissiz, idamsız, mahkumiyetsiz, sabıkasız yapabilmesi mümkün değil midir?..

Çocuklarıma “gazetecilik yapmamalarını” öğütleyeceğimi söylemiştim...

Görüyorum ki 50 yıl önce de siyasetçiler çocuklarına “siyaset yapmamalarını” öğütlemişler...

Bu ne değişmez mukadderattır ya rab?..

*****


50 YAŞ ERKEĞİNİN KENDİYLE HESAPLAŞMASI...

Pazar günü Milliyet gazetesini açtım...

Sürmanşetinde Tuluhan Tekelioğlu’nun 50 yaş erkekleriyle yaptığı röportajlardan derlediği yeni kitabının söyleşisi var...

Milliyet sürmanşetten vermiş haberi...

Aylar önceydi...

Tuluhan bana “50 yaşında 50 erkekle röportaj yapıp, kitap haline getireceğim... Sizin de olmanızı istiyorum...” dedi...

-”Tuluhan sen yap... Beni katma o işlerin içine...” dedim...

***


Aradan zaman geçti...

Tuluhan, röportajları yaptı bitirdi, beni yine aradı...

-”Yapar mısınız röportaj?..”

-”Yapamam” dedim, “Fakat istersen kitap için kendimin 50 yaşını anlatan bir yazı yazayım... İstersen kullan...”

Yazdım yazıyı...

Bir erkeğin 50 yaş hesaplaşmasının kendisine göre “dibine vuran” bir yazıydı...

Tuluhan yazıyı kullandı mı kullanmadı mı bilmiyordum kitabında...

Röportajını okurken bir de baktım “Reha Muhtar, ‘cesaret edemem’ dedi ve röportajı kabul etmedi” diye açıklama yapmış...

Neden öyle söylemek ihtiyacı duydu bilmiyorum...

Hayatımda kendimle hesaplaşmaya cesaret edemediğim bir şey kaldı mı onu da bilmiyorum...

***


Tuluhan’a isterse kullanabileceğini söylediğim “50 yaş bir erkeğin kendisiyle hesaplaşması” yazısı yandaki sütunda...

Siz okuyun, neye cesaret edip etmediğime siz karar verin...

*****


KISACA ÇOCUK ELLİ YAŞINDAN SONRA BÜYÜYECEKSİN...

İdealize ettiğim hayatımın bir zirvesi gibiydi sanki o doğum günü...

İpek Durkal gazeteye gelmişti...

Yazımın bitmesini bekledi...

Beni alıp doğum günümün kutlanacağı meçhul mekana götürecekti...

Arabaya bindik “Atiye sokağa gidiyoruz...” dedi, “Salomanje’ye...”

Temmuz’un 21’iydi...

50. yaş günümü kutlamak için çocuklarımın annesi ve birkaç kız arkadaşımla özel bir parti düzenlemişlerdi...

Yaz sıcağının şehri kavurduğu günlerde, İstanbul’da bulabildikleri, “muhteşem güzel kadınlarla dolu” sevdiğim dostlarımdan oluşan bir potburinin rüya gibi yaşattığı bir doğum günü partisinin ortasındaydım...

***


Hayatta her şeye sahip görünüyordum...

İkiz çocuklarım iki ay önce doğmuştu...

Beraberliğinden mutluluk duyduğum, sevdiğim güzel bir kadınla beraberdim...

Annemle babam hayatta ve sağlıklıydı...

Kaderin bana hediye ettiği, büyük kızım Ayşe Nazlı 11 yaşına basmıştı...

Yanına ikizler gelmiş, mutluluğuma mutluluk katmışlardı...

Hayat bana birşey göstermek istercesine, ikiz çocuklarımın dünyaya gelişi gibi, çok sevdiğim Beşiktaş’ı o sene lig ve Türkiye kupası şampiyonu yaparak ikiz kupalı bir sezona imza attırmıştı...

***


Gazetede yazmaktan mutlu olduğum bir köşem, televizyonda arzu ettiğim gibi sansasyondan uzak, derin tartışmaların yaşandığı keyifli bir programım vardı...

Dostların ve muhteşem kadınların refakatinde, mutluluk dansları ederek 50. yaşıma basışımı kutlarken, “hayatın onca badireden sonra” yüzüme güldüğüne inanıyordum...

Her şey ideal ya da ideale çok yakındı...

***


O gece orada bulunan muhteşem kadınlardan biri Tuluhan Tekelioğlu’ydu...

Doğum günü kutlanmasının, yüreğimde yaşayan duygusal doruğuna tanıklık etmiş, mutlulukla bezenmiş hayallerimle yaptığım dansa ortak olmuştu...

Bir dönemin sonu, bir dönüm noktasının ise başlagıcıydı o gece...

O zaman bu gerçeğin farkında değildim elbette...

İki yıl sonra Tuluhan bana, “50 Yaşında Olmak” isimli kitabını yazmak istediğini söylediğinde, içimden “Benden uzak dur Tuluhan” demek geldi...

Ne 50, ne de 50 sonrası için hiçbir röportaj vermek istemiyordum...

***


50 yaşın duygusal zirvelerinde olduğumu düşündüğüm, “yaşamın onca badiresinden sonra kaderin nihayet bir daha değişmemek üzere benden yana döndüğünü tahmin ettiğim” o doğum gününün ertesindeki 21 Temmuz, yaşamımın en zor ve kötü hissettiğim doğum günü olacaktı...

Hayat bana yepyeni bir sınavı ve “hiç çalışmadığım yerlerden gelen bir imtihanı” önüme koyacaktı...

“Geçebiliyorsan bu sınavı geç” diyecekti...

Elli yaşıma kadar yaşadıklarımla, elli yaşımdan sonra yaşamaya başladıklarım arasında dağlar, ırmaklar, dünyalar hatta gezegenler vardı...

Hayatın romantik şizofrenisi bitmişti elli yaşımda...

Her şey sade bir gerçeklik halindeydi artık... Çıplak ve yalındı...

Kuru inançlar, hayalimde olduğunu sandığım vakalar, kendime yonttuğum dünyalar, başaramayacağına inandığım pesimist duvarlar, kendimi aldattığım ve kaçak güreştiğim minderler yoktu artık...

***


Yalnızdım...

Doğduğum gündeki gibi yalnızdım...

Öleceğim gündeki gibi tek başınaydım...

Kafamda yarattığım sanal dünyaların “şizofrenisiyle” mutlu yaşayamazdım...

Mutluluğu kendi ellerimle “farklı şifrelerle” sağlayacaktım...

Hayata kendi ellerimle başka türlü asılmalıydım... Kendime ve yaratacağım nesillere, gerçek bir dünya sunmalıydım...

Hayatın romantizmini değil, hayatın şifrelerini verecektim...

O şifreleri önce öğrenecek, “öğrenilmiş çaresizliklerimden” vazgeçecek, gayr-ı kabili iflah bir yaşamın esiri olmaktan kurtulacaktım...

***


Hesaplaşırken “huzur”u arzulayacaktım... “Gününü göstermeyi düşünürsem” bana da gün gösterilmeyeceğinin farkında olacaktım...

İnsanlığın bir bütün olduğunu, “hayatın benim egomdan ibaret olmadığını” anlayacaktım...

Başarı peşinde koşmanın anlamsızlığını ve değersizliğini, buna karşın “değerli şeylerin peşinde yürümenin” anlamını kavrayacaktım...

Hayatın şifresinin, egoların bitmek tükenmek bilmeyen isteklerinde değil, ruhunun derinliklerindeki “niyet”lerde gizli olduğunu hissedecektim...

Kendimle ondört yaşındaki bir çocuğun yaşanmamış hayallerinde yeniden barışacaktım...

“Alma”nın değil, “verme”nin gerçek mutluluk olduğunu idrak edecektim...

Kısaca kendi kendime “çocuk...” diye hitap edecektim...

“Elli yaşından sonra büyüyeceksin...”

DİĞER YENİ YAZILAR