Hayatımı değiştiren adam 71 yaşında ve dipdiri...

Haberin Devamı

12 yıl önceydi...

İnanılmaz stresli bir tempoda çalışıyordum...

Günüm, gündüzüm, gecem yoktu...

Sabah 10’dan gece 02’ye kadar sürekli ağır stres altında çalışma, günde iki paket sigara, haftada 4 gece birkaç kadeh şarap veya viski, geç saatlerde yemek, gergin bir uyku düzeni altında yaşıyordum...

Başarılıydım...

Başarılı olduğum için kendimi mutlu zannediyordum...

Fakat hafif hafif, bir yerlerde bir aksaklık olduğunu, bir şeyleri yanlış yapmakta olduğumu fark etmiştim...

Yaşam bu kadar “gaddar” olamazdı...

***


Ölmekten korkmuyordum...

Daha doğrusu öleceğime inanmıyordum...

Öyle bir “tutku”nun parçasıydım, ölüm bana “gelemezdi...”

Öyle düşünüyordum...

- “Abi ne olur Bodrum’a gel” dedi Can Tanrıyar...

“Seni Yüksel Çağlar’la, Hayri Yazıcı’yla tanıştıracağım... Oradan Çağlar’ın çok yakın bir dostuna gideceğiz... Adam Yelkenköy denilen karayolunun olmadığı ve sadece denizden ulaşımın sağlandığı bir yerde bir başına inanılmaz sağlıklı bir şekilde yaşıyor... Orayı da ziyaret edeceğiz... Mutlaka gel...”

Benim kolay kolay keyif için, sırf makara osun diye İstanbul dışına çıkmayacağımı biliyor, “her türlü numarayı deneyip alttan girip üstten çıkıyor...”

***


Sonunda ne yaptı etti, ben bir anda kendimi Bodrum’da Marmara otelinde buldum...

Birkaç gün kalacağız, ve her gün bir yere gidiyoruz...

Yüksel Çağlar’ı aldığımız bir gün “Atakol’a gidiyoruz” dediler...

Baktım bir Atakol efsanesidir gidiyor...

“Atakol evini Alman bir çiftten satın aldı...”

“Atakol’un evine karayolundan gidilmiyor, sadece tekneyle gidilebiliyor...”

“Atakol’un tepede tek kat düz, püfür püfür esen bir evi, aşağıda özel plajı var... Plajına buhar banyosu yaptırmış...”

“Atakol, Robinson Crusoe gibi yaşıyor... İnanılmaz sağlıklı... Kendisine müthiş bakıyor... Vücudunda bir gram yok yok... İçki sigara içmiyor...”

***


Bir tekneyle yanaştığımız rıhtımdan, özel bir botla aldılar bizi, Atakol’un iskelesine götürüyorlar...

Kendimi James Bond filmlerinde gibi hissediyorum...

Sonunda hayatı büyük zorluklar ve stresler altında geçmiş, büyük zorluklar, gerginlikler, rekabetler, kavgalar yaşamış, çok paralar kazanmış ve bir gün iş hayatında neyi var neyi yoksa satıp, Bodrum yakınlarında bir koyu satın alarak, tepede düzayak bir eve taşınıp, orada yaşmaya başlayan Atakol’u gördüm...

Yüzdük, özel plajındaki buhar odasına girdik, tekrar yüzdük...

Adamın yüzünden Robin Sharma’nın romanlarındaki kahramanlar gibi, sağlık fışkırıyor...

***


O günlerde stres dolu bir hayat yaşıyorum, fakat yine saatlerce yüzüyorum...

Uzun yüzüğümü görünce baktı bana; “Ben de senin gibi bir zamanlar böyle stres dolu, başarıya endeksli bir hayat yaşardım...” dedi...

Cennet gibi koyda, cam gibi bir suda yüzüyorduk...

Dikkatli dikkatli yüzüne bakıyordum...

“Sonra bu hayatın beni öldüreceğini anladım” diye devam etti...

“Fabrikalarımı sattım, İstanbul’u terk ettim... Bodrum’da bu koyu ve bu gördüğün düzayak evi satın aldım bir Alman çiftten... Kışın uzakdoğuya ve çok önemli sağlık merkezlerinin olduğu yerlere detoksa gidiyorum... Oralarda zaman geçiriyorum... Sonra tekrar Bodrum’a geliyorum... İçki, sigara, et, şeker, tuz, hamur ve en önemlisi stres hayatımda hiç yok... Bazen adrenalin salgısı bitmesin diye borsada seansları takip edip, biraz oynuyorum... Onun dışında hayatımı yaşıyorum...”

***


O bunları anlatırken, kendi hayatıma baktım...

Onda olan şeylerin hiçbirisi bende yoktu...

Bende olanların onda olmaması ise hiçbir şey ifade etmiyordu o sırada gözüme...

Ben yılda en fazla 3 gün 5 gün, böyle bir okazyonla o cennet koylarda yüzebiliyordum...

O hayatını, dinginlik, huzur, sağlık, deniz, güneş ve doğayla bütünleştirerek sürdürüyordu...

Günlük başarı iksirini değil, yaşamsal mutluluk iksirini yutmuş gibiydi...

O gün orada ilk kez ciddi ciddi düşünmeye başladım...

O gün orada ilk kez düşünmeye başladım...

Ne yapıyordum ben?..

Bu dünyaya, senede 3-5 gün yüzmek için mi gelmiştim?..

Sadece stres yaşayarak güya başarılı olmak mıydı benim amacım?..

Hayat bu kadar gaddar, bu kadar gergin, bu kadar cellat olabilir miydi bir benim için...

***


O günden sonra adım adım değiştim...

12 yılda hayatımda sigaradan, içkiden, stesden, günlük borsa gibi değişen iş stresinden eser kalmadı...

Çok daha ağır sorunlarla karşılaşmama rağmen, artık dingindim...

Ne yapacağımı biliyordum, kararlı fakat stressiz bir hayatı tercih etmiştim...

Dün Yüksel Çağlar’ı Bodrum’da gördüğümde, bir de baktım yarım saat sonra Atakol çıktı geldi...

Uzun zamandır görüşmemiştik...

Yine sağlıklı görünüyordu...

Yine yanmış teninden enerji fışkırıyordu...

Ve yine kaç yaşında olduğunu hiç göstermiyordu...

“Benim hayatımı değiştirdiğini biliyorsun değil mi?..” dedim...

Hep ilginç bir mütevazılık vardı bu adamda...

Bunu bir başkasına söylesem, elli saat reklam ederdi...

O ise, dingin ve sessiz duruyordu...

Yüksel Çağlar “Kaç yaşında oldu biliyor musun Ataol?..” dedi...

58 falan görünüyordu...

“Bilmiyorum” dedim...

“71 oldu” dedi, “Bana masın demiyor...”

Atakol “bildiğim kadarıyla 71 deyip” muzip muzip gülüyordu bana...

***


Onu ilk gördüğüm günün üzerinden 12 yıl geçmişti...

Yine Bodrum’da, yine bir öğle sıcağında karşılaşmıştık...

“Çok iyi görünüyorsun” dedi bana, “Eski görüntünden eser kalmamış...”

Saatlerce sohbet ettik onlarla...

Çocukların olduğu odaya götürdüm neden sonra onları...

Çocuklarla tanıştırdım...

Tanıştığım ve hayatımın değişmeye başladı o gün, çocuklarımın hiçbirisi yoktu bu dünyada...

Kim bilir belki de o değişim, müjdecisi olmuştu o çocukların...

Denize baktım...

Uçsuz bucaksız bir mavilik önümde uzanıyordu...

Ege, akşam güneşinin muhteşem kızıllığını karşılamaya hazırlanıyordu...

Rahmetli Deniz Som olsa, “Güneş rakı burcuna girmek üzere” derdi...

Rakı burcu çok uzaklarımızda kalmıştı...

Su ve limonatanın ferahlattığı bünyelerde, sağlıklı ve dinginlik dolu, huzurlu bir akşama yelken açıyorduk...

Merhaba Bodrum...

*****


BODRUM YOLLARI PORTOFİNO GİBİ...

Dün Yüksel Çağlar beni ve Atakol‘u Turgutreis’e götürdü...

Oradan Gümüşlük, Yalıkavak, Türkbükü, Torba sahil yolundan Bodrum’a doğru yola koyulduk..

Fransa’nın ve İtalya’nın güneyine gittiğimde, hep araba kiralarım...

Nice’ten başlar, Portofino’ya; Monaco’ya kadar, arabayla gider dönerim...

Fransa ve İtalya’nin o sahil şeridi muhteşemdir...

Daracık yoldan gidersiniz...

Dik yamaçların altında uçurum vardır denize doğru...

Bazı virajlarda, karşıdan geleni görebilesiniz diye, İtalyan yetkililer “ayna” koymuşlardır...

Aynaya bakarak virajın öteki tarafını görürsünüz...

***


Dün Turgutreis’ten itibaren Bodrum kıyılarını gezerken, aklıma İtalya’nın dar sahil şeridi geldi...

Fark ettim ki, Bodrum sahilleri de İtalya’yı andırmaya başladı...

Yol boyu küçük tatil merkezleri, dar yollar, yemyeşil bir doğa...

Ara ara solunuzda beliren marinalar...

Her şeyiyle yeşili, maviyi, pastoral bir ambiyansı, size hissetiren bir atmosfer...

Burası da Türk Rivierası...

“Çocuklarımız” dedim, “Yıllar sonra Fransız ya da İtalyan sahillerinden hiç de geride kalmayan bir dünyanın sahil yolundan gidecekler... Muhtemelen İtalya ve Fransa’nın sahil şeridinden daha kıymetli olacak buralar...”

Onaylıyorlardı başlarıyla söylediklerimi...

DİĞER YENİ YAZILAR