Gazetecilik yoksa ajanlıkla atbaşı mı gidiyor?..

Haberin Devamı

Bize gazete koridorlarında ve üniversitede “haber” diye bir şey öğrettiler...

Bir gazeteci için “önüne gelen haber, sadece haberdi...”
Bunun tartışması olmazdı...

Haber, kime hizmet ediyor, kimi hedef alıyor, niye hedef alıyor?..

Gazeteci bu soruların cevaplarını kendi içinde yanıtlamalı, ama salt haber gerçeğine göre, haberi işleyip başlıklayıp yayınlamalıydı...

Biz bu kalkanla korunuyorduk...

Onun için dünyanın neresinde olursam olayım, “basın kartını çıkartır, saygı göreceğime inandığım bir yüz ifadesiyle olayın göbeğine bodoslamasına dalardım...”

Karşımdaki kişi, büyükelçi, bakan, başbakan olmuş farketmezdi...

Ben gazeteciydim ve “salt haber” denilen gerçeğin peşinde koşuyordum...

Onun için karşı konulmaz bir özgüven geliştirmiştim...

Bir tür dokunulmazlıktı bu...

***


Kimse “haber” gibi bir kutsal olgu peşinde koşan gazeteciye bir şey yapamazdı...

Yapmamalıydı, sadece saygı duymalıydı...

Yönettiğim her yerde her gazeteciye bu şiarı aşılardım...

Benim “sadece haber ve görüntü peşinde koşan gazeteci kutsallığına duyduğum saygı ve özgüveni” çalışanlar bilir, durumu arada bir kaşırlardı:

-”Abi haber peşindeyken kameramanımıza saldırmışlar?

-Nasıl saldırmışlar kim saldırmış?..

-Maydanoz Showland’da saldırmışlar...”

Yayına çıkardım, kameramana saldırı görüntülerini yayınlar, hızımızı alamaz, “Sizi sarımsağa çeviririm...” derdim...

***


Atina’da 7 yıl, Show’da 7 yıl, Ankara’da 4 yıl, İstanbul’da 7 yıl hep “haber sadece haberdir...” şiarıyla kendimizi “başka bir sınıf gazeteci sınıfı olarak” görerek çalıştım...

Çalışma arkadaşlarımın “kimsenin adamı olmasına izin vermezdim...”

Çünkü ben de kimselerin adamı değildim...

***


Oysa bir süre sonra farkettim ki, aslında gazetecilik bazı gazeteci görünümlü kişiler için sadece gazetecilik değildir...

Gazeteler, televizyonlar, çok etkili mecralar...

Binbir türlü çıkar çevresi, gazeteleri, televizyonları, haberleri, yazıları manipüle etmek istiyorlar...

Bu doğaldı, ancak doğal olmayan, bu mihrakların artık “gazeteci değil, direkt tetikçi” tercih etmeye başlamalarıydı...

Artık haberleri, yazıları, yorumları ve entelijansyayı kontrol etmek isteyen “mihrak”lar, gazetecileri etkilemeye çalışmak yerine bizzat adam tutarak, onları önemli bir yerlere getirtmeye uğraşıyorlardı...

Faaliyet bir gazeteci etkileme faaliyetinden ziyade yarı kadrolu çalıştırma moduna getirilmişti...

***


Etraf, birilerinin adamı olan insanlarla dolup taşmıştı...

Ana görevleri, adamı oldukları grubun, kişinin, ülkenin ya da partinin istekleri doğrultusunda istihbarat yapmak, haber ve yazı yazmaktı...

Öyle ki karşıt menfaat gruplarının haberlerinin yayınlanmasını engellemek bile bu grupların faaliyet alanındaydı...

Her şeyin kirlendiği pis bir dünyaydı ve bu kirli işi yapanlar benim “mukaddes bulduğum” haber yapıyormuş gibi yapıyorlardı...

“Yani ben gazeteciyim, yaparım” diyerek...

Açık dezenformasyona çanak tutarak...

Medyada istediğin biçimde yer almak, çok pahalı bir iş haline gelmişti...

Yer almak isteyenler, hayatı yönetenler de direkt adamlarını oraya buraya yerleştirerek medya düzenindeki yerlerini alıyorlardı...

***


Ben de böyle adam çalışmasın diye çok uğraşırdım...

Bir gün bir üniversite arkadaşımın Ankara büroda etrafa “Mesut Yılmaz’a çok yakın olduğunu” söylediğini duydum...

Doğru düzgün çalışmıyor, bizim kutsal dediğimiz haber çıkarmıyor, Mesut Yılmaz’a yakın olduğu imajını yayarak büro içinde etkin olmaya çalışıyordu...

Benim o sıralarda ne Mesut Yılmaz’la ne başka bir siyasi liderle bir meselem yoktu...

Olamazdı...

Ben onların arasındaki “güç dengesinden” beslenmezdim, işimden ve haberden beslenirdim...

Mesut Yılmaz’la hiçbir alıp veremediğim olmadığı halde, bir akşam toplantıda haberi yine iyi yapamamış üniversite arkadaşıma “Yeter artık” dediğimi hatırlıyorum, “Yapmayacaksan bırak git... Öyle Mesut Yılmaz’dan falan da bahsedip durma, haber merkezinin ortasında... İstersen ona da ilet böyle söylediğimi...”

Kim bilir nasıl söyledi?..

Ondan sonra Mesut Yılmaz’ın benle yıldızı bir türlü barışmadı...

Oysa onla ilgili değildi konu, salt habercilik yapılmasını savunuyordum o anda...

***


Şimdi değişik büyükelçiliklere yakın ilişkiler içindeki gazetecilerden bahsediliyor...

Ülke içindekine tetikçi denirdi...

Bunu ülke dışıyla yapanlara “ajan” deniyor...

Elbette ülke içi gazeteci ajanları da unutmamak lazım...

Otuz yıldır hiçbir zaman şunu anlamadım.

“Arkadaş bu kadar güzel bir mesleği yaparken, niye başka bir mesleğe alet olup da, bu mesleği bozayım?..

Ajan olacak olsam, zaten üniversiteyi bitirdiğimde sınava girer ajan olurdum...

Ajanlığı seçmeyip gazeteciliği seçtiğime göre, içine Matruşka bebek gibi niye bir de ajanlığı sokayım?..

Vardır elbet bir bildikleri...

“Kolay yükselmek” istemiştir belki bazıları...

Bir taraflara dayanmanın, güven duygusunu hissetmek ihtiyaçları vardır belki bazılarının kim bilir?..

Biraz da oradan para ve çıkar sağlarım, yurtdışına giderim demişlerdir bilinir mi?..

Bana gelince hayatımda gazetecilik dışında tek bir iş yaptım:

“Beşiktaş Yönetim Kurulu Üyeliği...”

Türkiye benimle gurur duymuyor olabilir...

Ama ben kendimle gurur duyuyorum!..

*****


ÖLÜRKEN KOCASIYLA HELALLEŞMEK İSTEDİ CEYLA...

Hürriyet; Ceyla Gölcüklü’nün son saatlerinde, büyük tazminat alarak boşandığı kocasını görmek ve “helalleşmek” istediğini yazıyor...

Araları yokmuş yıllardır...

Boşanma davasında bozuşmuşlar...

Ceyla Gölcüklü alacağını almış, ama sonra bir daha birarada olmamışlar...

Ölürken genç kadın kocasını görmek istemiş...

Helalleşip öteki dünyaya gitmeyi arzulamış...

***


Kocası geldiğinde kim bilir neler oldu o çok yakından bildiğim yoğun bakım odasında?..

Eşi kabul etti mi acaba “helalleşmeyi”?..

Ettiyse neler yaşandı acaba, o sırada?..

Hangi sözcükler fısıldandı birbirine karşı...

Ölüm döşeğinde, nasıl bir şeydir acaba karşılıklı helalleşmek...

Gerçekten pişman mıdır eskiden yaptıklarına helalleşenler, yoksa usul öyle diye mi yaptılar?..

Birbirlerini gerçekten affettiler mi?..

***


Bütün bu hengamede, ben en çok “bu helalleşme seansına” takıldım...

Çünkü hayat esasen orada...

Yaşarken birbirini öldüresiye yaralayanların, ölürken birbirlerine karşı ne hissettikleridir hayatın esas draması...

Acaba ölüm döşeğinde Ceyla, bozuk ayrıldığı kocasına ne dedi?..

Ondan ne istedi?..

Kocası ona ne dedi?..

Kızları orada mıydı?..

Bu helalleşmeye şahit oldu mu?..

Ne hissetti annesiyle babasını öyle görünce?..

Birkaç gün önce bir hastanın yatağının başucunda durduğum o yoğun bakım odası kimbilir ne hakiki hayat sahnelerine sahne oldu, bir ölüm anında?..

Benimle ölüm döşeğinde kim helalleşmek ister bilmiyorum...

Ben helalleşeceklerimle hayattayken helalleşmeye çalışacağım...

Ölüm döşeğinde helalleşmek için kimseyi çağıracağımı ise hiç zannetmiyorum!..

DİĞER YENİ YAZILAR