Doğduğum günün unutulduğu bir doğum günü!..

Haberin Devamı

Tam 30 yıl önce bugün Paris güneşli sıcak bir gün yaşıyordu...

Pantolunumun cebinde arada bir ne kadar kaldı diye kontrol ettiğim, bir miktar Fransız Frangı vardı...

Cep telefonum yoktu, çünkü cep telefonu diye bir şey yoktu...

Çalışma kampında tanıyıp bir tanesiyle sevgili olduğum iki Polonyalı kız Paris’teki arkadaşlarına gitmişlerdi...

Ben yalnızdım ve Paris’e geldiğimden beri, 1 haftadır evi hiç aramamıştım...

“Bu oğlan gitti mi acaba Paris’e?.. Oradan geçti mi çalışma kampı için Lille’e?.. Sonra ne yaptı?..” gibi soruların evde sıkça sorulduğunu tahmin ediyordum...

Ama ben ne yaptığımı anlatmak için değil, “30 yıl önceki doğum günümü paylaşmak için” bir telefon kulübesinden İstanbul’u aramaya karar verdim...

Polonyalı kız arkadaşlarım arkadaşlarına gitmişti...

Ben Paris’te özgür ve yalnızdım...

Keyfim yerindeydi...

Ve evi arayıp, doğum günümü paylaşmak istiyordum...

***


Paris’teki 21 yaş bütçeme göre, yüksek sayılabilecek bir meblağı 5 Fransız Frangını elime aldım ve telefonu çevirdim...

Bir süre çaldıktan sonra telefona teyzem çıktı ve anneme verdi...

Annem mitralyoz gibi soruları sıralamaya başladı...

“Uyurken üstünü örtüyor musun, üşütme?..

Hangi şehirdesin?..

Ne yiyorsun?..”

İstanbul’dan kalkıp tek başına Paris’e, oradan maceralı bir çalışma kampı için Lille’e gitmiş, sonra yeniden Paris’e dönmüş 21 yaşındaki bir gence en sorulmayacak soruları soruyordu...

***


Oysa o gün benim doğum günümdü ve ben doğum günümü onlarla paylaşmak istemiştim...

Baktım fazla anlamsız sorular soruyor, annemden babamı telefona vermesini istedim...

Babam biraz daha makuldu, onunla biraz daha mantıklı sohbet edebildik...

Ne ki, ikisi de benim doğum günüm olduğunu hatırlar gibi görünmüyorlardı...

Sohbetin sonunda “Baba bugün benim doğum günüm...” dedim...

O zaman fark ettiler ki, “21 yaşındaki genç bir adamın üstünü örtüp örtmediğini sormaktan, çocuklarının doğum günlerini atlamışlardır...”

Biraz da unutulmuşluğun öcünü almak istercesine gargaraya getirip kapattım telefonu...

***


Temmuz güneşi Paris’in her tarafını ısıtıyordu...

Telefonu kapattım ve cıvıl cıvıl insanların gezdiği Champs Elysees’ye baktım...

Paris’in bu en geniş bulvarında, yapayalnızdım...

O anda ihtiyacım olan şeyi hatırlamamışlardı...

O anda hiç ihtiyacım olmayan şeyleri hatırlayarak bana sormuşlardı...

Hayat sonradan gördüğüm gibi, hep öyle değil miydi?..

O anda Polonyalı kız arkadaşlarla buluşmaktan vazgeçtim birden...

“Bugün benim doğum günüm” dedim, “Kafama göre takılacağım... Akşama seveceğim yere gidip gönlümün çektiğini yiyeceğim... Kendimle başbaşa kalıp, doğum günümü ‘kendimle’ kutlayacağım...”

***


Montmartre tepesine çıktım önce...

Ünlü kilisenin yanında çok sevdiğim ressamları seyrettim uzun süre...

Kırmızı tenteli kafede iki tane kahve içtim...

Portresi yapılanları seyrettim...

Geceleri, bütün dünya gençliğinin toplandığı ve yerel çalgılarını çalıp, dans ettiği merdivenlerde oturdum...

Laterna müziği dinledim...

Sonra akordeon çalan kadına takıldım...

En sonunda gitar çalan kızlı erkekli grupla haşır neşir oldum...

Paris’teydim, 21 yaşına giriyordum ve Paris’in bu en yüksek tepesinin üzerinde laplacivert gece ışıldıyordu....

***


Sonra acıktım ve doğum günü yemeğini yemediğim aklıma geldi...

Montmartre’dan aşağı doğru merdivenlerden süzüldüm...

Arnavut taşlı dar ve dik sokaklarda yürümeye başladım...

Sol tarafta çok otantik görünen 8-10 masadan ibaret bir Morroco (Fas) restoranı vardı...

Paris’te hep olduğu gibi, restoranın önündeki mönüyü ve fiyatlarını inceledim...

Kendime küçük çaplı bir doğum günü ziyafeti çekebilirdim...

İçeri girdim ve doğum günümün derinliklerinde kayboldum...

***


Çıktığımda karar vermiştim ki, “Unutulan bu doğum günüm” yeni bir kişisel ritüelin parçası olmalıdır...

Doğum günümde mutlaka “kendimle başbaşa kalacağım, doğum günümü içimde kutlayacağım” bir anım olmalıydı...

30 yıl önce Paris’te bir telefon kulübesinde başlayan tek kişilik merasimi hep yapmaya çalıştım...

30 yıl sonra bugün, farkındayım ki yepyeni bir hayata başlıyorum...

Önümde umut dolu uzun yıllar var...

Öyle demek geliyor içimden...

Çünkü umudumu hiç yitirmedim ki ben hayattan...

*****


BİR OYUN GİBİ YAŞADIM HAYATI...

“Bir oyun gibi yaşadım hayatı” diyor Nihal Acar...

Birkaç defa Ship A Hoy’da görmüştüm onu...

Sahibiydi ama hiç ön plana çıkmazdı...

Beyaz’ın sevgilisi Tanem’in anneannesi o...

“İki adamı çok sevdi, onlarla evlendi...

İki adama çok âşık oldu, onlarla evlenemedi...

Amerika’ya gitti, cazı keşfetti, Louis Armstrong’la tanıştı...

Çetin Altan’la Bulgaristan’a iltica etmeye kalktı...

Bodrum’a yerleşti, Fikret Kızılok’la şarkılar söyledi...

Ship A Hoy’u kurdu, delidolu genç bir adamın masmavi gözlerinde aşkı yeniden keşfetti...

Hep uzak ufukları hayal etti...

Gidebildiğince gitti, ardına bakmadan, korkmadan...

O hayatı bir oyun gibi yaşadı...”

***


Şimdi onun Doğan Kitap’tan çıkan “Bir Oyun Gibi Yaşadım” kitabını okuyorum...

Biliyorum ki aslında “hayatı bir oyun gibi yaşadığını söyleyenler” bir oyun gibi değil, bir dram olarak yaşarlar...

O aşkları ve ayrılıkları yaşar, o bilinmeyen sonsuz özlemlerinizin peşinden giderken öyle dramlar yaşarsınız ki Sezen Aksu’nun o muhteşem şarkı sözleri gelir aklınıza:

“Ne gemiler yaktım...

Ne gemiler yaktım...

O kadar yandı ki canım,

Sonunda karşıdan baktım...

Ne göreyim...

Kendime yıldızlardan daha uzaktım...”

***


Canı çok acıyanlar, hayatı bir oyun haline getirmeye çalışırlar...

Doğru...

“Bir oyun gibi yaşadım hayatı ben de!..”

DİĞER YENİ YAZILAR