18 Mart 1915’ten ve 30 Ekim 1918’den almamız gereken ders...

Haberin Devamı

Bugün 18 Mart 2012... Çoğu öğretim çağında 253 bin subayımızın, erimizin ve erbaşımızın şehit düştüğü Çanakkale Zaferi’nin 97’nci yıldönümü...

Bu savaşta biz, “Cephede asla yenilmeyeceğimiz” gerçeğini öğrendik...

Atatürk bu gerçeğin arkasında yatan nedeni şöyle anlatır:

“Bombasırtı’nda 14 Mayıs 1915’te düşmanla burun buruna geldik... Karşılıklı siperler arasındaki mesafe sekiz metre, yani ölüm muhakkak... Birinci siperdekilerden hiçbirisi kurtulmamacasına, hepsi şehit düşüyor. İkinci siperdekiler yıldırım gibi onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar imrenilecek bir soğukkanlılık ve tevekkülle biliyor musunuz? Bomba, şarapnel, kurşun yağmuru altında öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor ve en ufak bir çekinme bile göstermiyor. Yirmi düşmana karşı her cephede sadece bir nefer, süngü ile çarpışıyor. Ölüyor, öldürüyor. İşte bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren, dünyanın hiçbir askerinde bulunmayan tebrike değer bir örnektir. Emin olmalısınız ki Çanakkale muharebelerini kazandıran bu yüksek ruhtur.”

***


Ne yazık ki yine Çanakkale Savaşı sayesinde, bu gerçeği yabancılar da öğrendi! Ve bu yüzden (yem olarak önümüze atılan Yunan Ordusu dışında) bizimle bir daha bu ülkenin topraklarında karşı karşıya gelmeye cesaret edemediler...

Göğüs göğüse savaşmaktansa bizi hep masa başında, siyasi oyunlarla yenmeyi tercih ettiler...

Ve 1915’te 253 bin fidanımızın canı pahasına geçmelerine izin vermediğimiz Çanakkale Boğazı’nı sadece üç yıl sonra 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’yle geçip, İstanbul’u işgal ettiler...

***


Sonra ilk iş olarak ne yaptılar biliyor musunuz?

Para harcadılar!

Evet... Paraya kıyıp, satın alınabilecek bütün alçakları satın aldılar.

Silaha sarılıp çatışmaktansa, işgal ettikleri ülkenin halkının kafasını karıştırmak için, İstanbul’da ve gittikleri her ilde, ilçede, kendilerine hizmet eden “satılıklar” buldular...

Sonra da bu hainlere, Anadolu’da başlayan halk hareketini yok etmeleri için onlarca dernek kurdurdular...

İşte bu ihanet derneklerinin belli başlıları:

- İngiliz Muhipleri Cemiyeti: Atatürk’ün Samsun’a ayak basmasından sadece bir gün sonra, 20 Mayıs 1919’da İstanbul’da kuruldu... Tek bir hedefi vardı: İstanbul’un ve Osmanlı’nın Anadolu’daki en değerli topraklarının İngiliz mandasına girmesi için kamuoyu oluşturmak.

- Wilson Prensipleri Cemiyeti: 14 Ocak 1918’de, aynı amaçla kuruldu.

- Kürdistan Teali Cemiyeti: İşgalcilerin desteğinde Osmanlı’dan ayrı bir Kürt devleti kurmak isteyenler tarafından, 1919’un Mayıs ayının sonlarında kuruldu.

- Teâlî-i İslâm Cemiyeti: Hilafeti ve ümmet anlayışını savunanlar tarafından 19 Şubat 1919’da kuruldu.

- Trabzon ve Havalisi Adem-i Merkeziyet Cemiyeti: İşgalcilerin korumasında bir Laz Devleti hayaliyle 1919’un Ocak ayında kuruldu.

- Sulh ve Selamet-i Osmaniye Fırkası: İşgalcilere direnmeyen ama saltanatın devamından yana olanlar tarafından 1919’un Ocak ayında kuruldu.

Aynı günlerde kurulan Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nı, Sulh ve Selamet-i Osmaniye Fırkası’nı, Nigehban Cemiyet-i Askeriyesi’ni, Osmanlı İlâ-yi Vatan Cemiyeti’ni, Osmanlı Mesai Fırkası’nı, Müsâlemet İttifakı’nı, Lazistan Selâmet-i Milliye Cemiyeti’ni, Rumlar’ın kurduğu Mavi Mira’yı, Pontus Rum Cemiyeti’ni, Trakya Cemiyeti’ni, Ermeniler’in kurduğu Taşnaksütyan ve Hınçak yeraltı örgütlerini de unutmamak gerekir...

***


Kurtuluş Savaşı’nı kazandık, işgalcileri topraklarımızdan kovduk, Osmanlı’nın borçlarını son kuruşuna kadar ödedik... Ama plan hiç değişmedi:

Eğer topraklarımız bir gün düşecekse, vatanımız bölünecekse; bu, Çanakkale Savaşı örneğinde olduğu asla cephede değil, Mondros Mütarekesi örneğinde olduğu gibi masa başında “siyaset” aracılığıyla olacak...

Çünkü o günkü satılık derneklerin, partilerin tamamına yakınının “torunları”, aynı amaç için hâlâ satılmaya ve satmaya devam ediyor!

***


Tüm vatan sevdalılarına hatırlatılır!

*****


Günün Sorusu

Abdi İpekçi’yi öldüren, Papa 2. Jean Poul’ü de yaralayan Mehmet Ali Ağca umreye gitmiş... Sorum; yıllardır çalıştığı halde ay sonunu getiremeyen “sabıkasız” okura:

Siz, en az 5 bin dolar harcayıp umreye gitmenin hayalini olsun kurabilir misiniz?

*****


Hem dövüp, hem ağlıyorlar!

İktidar partisinin önde gelenleri, işlerine gelmeyen konularda öylesine sıkı eleştirilerde bulunuyorlar ki; sıradan bir vatandaş olarak neredeyse çıkıp benim özür dileyesim geliyor!

Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’dan geldi bunun son örneği:

Cuma günü yaptığı konuşmada; uzun yargılama sürelerini eleştirdi. Türkiye’nin gerçek anlamda hukuk devleti olmadığını itiraf etti. Yargı kararlarındaki çifte standarda çattı. Geciken adaletin insanların hayatını kararttığını söyledi.

Yani... Biz son dokuz yıldır ne söylüyorsak, ne yazıyorsak; sıkı bir muhalif gibi o da aynısını tekrarladı!

İyi de Sayın Başbakan Yardımcısı:

Dokuz yıllık iktidarınızda yüksek yargı dahil tüm kurumları hallaç pamuğu gibi atan sizsiniz...

Yani; ortada bir yanlış, bir kusur varsa; bunun yaratıcısı ya da sorumlusu sizin iktidarınız!

Sizin yaptığınıza “sokak jargonu”nda, “hem dövüp, hem ağlamak” denir!

Zaten dövüyorsunuz; bari izin verin de biz ağlayalım!

DİĞER YENİ YAZILAR