Gazete Vatan Logo

Konuşurken coşuyorum, ağdalı konuşmam işte bu yüzden

Sakıp Sabancı'nın her şeyi üç kere tekrar ederek hecelere bölerek konuşması "Acaba şov mu yapıyor? Günlük hayatta da böyle mi?" dedirtirdi. Sabancı bunun bir taktik olmadığını, insanlarla dalga geçmediğini, olduğu gibi davrandığını söylerdi

Sakıp Sabancı Haziran ayında Haftalık Dergisi için Devrim Sevimay ile yaptığı özel görüşmede bazı bilinmeyenlerine de açıklık getirmişti. Kuşkusuz Sakıp Ağa'nın en çok merak edilen noktası konuşma tarzıydı. Acaba rol mü yapıyordu? Eşi, çocukları, torunu, çalışma arkadaşları ile de kameraların önünde olmadığında böyle mi konuşuyordu?

Kibirsiz Ağa bu konuda da asla rol yapmadı. O her zaman öyleydi.

İşte bilinmeyenleriyle Sakıp Ağa...

■ Ağdalı, uzatarak konuşmanızın bu kadar taklidi yapılırken, hakkınızda "şovcu" diye sütunlar doldurulurken yine de üslubunuzdan taviz vermiyorsunuz. Kimseyi mi takmıyorsunuz yoksa insanlarla dalga mı geçiyorsunuz ya da bu bir taktik mi?
Kendimi bildim bileli böyleydim
(Sorumuzu hiç bozulmadan yanıtlıyor) Hayır, ben tam olduğum gibiyim. Yoksa zaten sevilmezdim. Bu halk var ya, yapmacık olanı hemen anlar ve aşağı indirir. Üstelik şovu bir gün, bir ay ya da en fazla bir yıl yaparsınız.

Yahu ben kendimi bildim bileli böyleyim. İnsan sürekli olmadığı gibi davranabilir mi?

■ Ama peki neden sözcükleri hecelere bölerek ve en az üç kez tekrarlayarak söylüyorsunuz? Anlamıyorlar mı?
Hayır evladım ondan değil, ben konuşurken coşuyorum yahu...

■ Türkan Hanım'a da "'se-ni se-vi-yo-rum" mu diyorsunuz?
(Birden utangaçlaşıyor) Yok be ya... Artık onu da yapmıyorum.

■ Biz ne kadar paramız olduğunu biliyoruz, sizin kaç liranız var Sakıp Bey?
Gereğinden fazla var. Ama para yenmez içilmez. Ne işe yarar ki fazla para...

■ Yapmayın; hangi evin kapısına kulağımızı dayasak mutlaka içeriden "Ah şu kadar param olsaydı şunu yapardım" diye hayıflanmalar duyarız...
Tabii, ben de paranın arkasından çok koşuyorum. Çünkü gözüm doymuyor. Ama ben başarıya doymuyorum. (Ve aniden gözleri doluyor) Ama ben buradan şimdi çıkacağım, eve vardım mı beni Metin Sabancı bekliyor. 32 yaşında oğlan, bana hoş geldin, demeyecek. Çişini bilmiyor. Bana "Baba" demiyor. Parayla nasıl düzelteyim, söyleyin?

■ Siz hiç utanmadınız değil mi Metin'den?
Biliyor musunuz, Hitler, özürlü insanları kobay olarak laboratuvarlarda kullanırmış. Utanmak ne demek? Kaderdir bu yahu... Kendi evladından utanmak ne demek? Biz hep seyahatlere beraber çıkarız, hep birlikteyiz. Ama tabii yüreğimiz de yanıyor.

Turkcell demek ki kısmet değilmiş
■ (Daha fazla üzmemek için konuyu değiştiriyoruz) Peki cep telefonu meselesinde de yüreğiniz yandı mı? Murat Vargı ilk GSM teklifini size yaptığında "Para kazanılmaz" diye reddettiniz. Oysa teklifi ikinci götürdüğü Karamehmetler dünyanın en zenginleri arasına girdi.
Kısmet değilmiş!

■ Çok merak ediyoruz, sizi yanlış yönlendiren ekibi tasfiye ettiniz mi?
Hayır. Bazı şeyleri göremeyebilirsiniz. Sonradan bir konsorsiyum yaptık. Aydın Doğan, Ayhan Sahenk, biz ve İspanyollar. Ama o işi İtalyanlar aldı. Şimdi baktıkça 'Oh Allahım iyi ki biz almamışız' diyorum.

Avrupa'da soyuldu geri döndüğünde daha zengindi
Sabancı henüz 23 yaşında annesi ve teyzesi ile birlikte Avrupa seyahatine çıkar. O seyahatte başına gelenleri, pasaportunu ve para çeklerini nasıl çaldırdığını ancak bu işten nasıl kârlı çıktığını kendi kaleminden şöyle aktarır:

1956 yılında henüz evlenmemiştim. Avrupa'ya gidiyordum. Annem ve teyzemi de beraberimde götürmek istedim. Uçak ile İngiltere'ye gittik. Sonra İtalya'ya geçtik. Roma'da üç gece geçirecektik.

Roma Havaalanı'nda bir otomobil kiralamak için de bağlantı yaptım. Annem ile teyzem arkaya oturdu. Benim yanıma da bavul koyduk. Bir de el çantam var. Çantamda dört tane 50 dolarlık, iki tane 10 dolarlık toplam 220 dolarlık seyahat çeki, pasaportlarımız, otel ve kiralık otomobilin "voucher"ları, uçak biletlerimiz ve bir de küçük transistörlü radyom bulunuyor.

Havaalanında yola çıktık. Sıcak bir gün. Şehre doğru gidiyoruz. Yolda duralım da bir yemek yiyelim diye düşündüm. Bir lokantanın önünde durduk. Bir maşaya oturduk. Yemekleri ısmarladık. İki de bir dışarı çıkıp arabayı kontrol ediyorum. Annem ve teyzem sorduklarında, "Burada hırsız çok, arabayı soymasınlar diye bakıyorum" diyorum.

Yemeği yedik. Arabaya döndük. Beynimden vurulmuşa döndüm. Kapı açıktı. Hırsızlar bavulları çıkaramamış ama benim küçük çantayı alıp şavurmuşlar.

Paniğe kapıldım
O anda "Yandık... mahvolduk..." diye panik içinde sağa sola saldırmaya başlamışım. Bu anormal durumum annem ve teyzemi çok etkiledi. "Ne oldu evladım, neden yandık?" diye soruyorlar. Benim cevabım sadece "Yandık... mahvolduk"tan ibaret.

Hepimiz memlekete dönemeyeceğimizi sanıyor, kara kara düşünüyoruz. Polise başvurduk. Sonra konsolosluğu aradım. Bu arada otele gittik. Resepsiyondaki adama polis zaptının bir suretini verdim. Yerimiz daha önce ayrıldığı için voucher'i istemeden odalarımızda kalabileceğimizi söyledi. Otel görevlisine dedim ki, "Bir ricam var, biz havalandırmalı iki oda için ödeme yapmıştık, bizi en ucuz havalandırmasız üç yataklı bir odaya koyun, aradaki fiyat farkını bize nakit olarak ödeyin, cebimizde üç beş kuruş bulunsun..."

Pek tanımıyordum
Adamcağız dediğimi yaptı. Eh moralim biraz yükseldi...

Arkasından konsolosu evinde bulduk. O yıllarda Sakıp Sabancı Türkiye'de bilinen bir isim olmadığından kendimizi tanıttık. Başımıza gelenleri anlattık. "Üzülmeyin, ikişer resim çektirip, Pazartesi sabahı konsolosluğa gelin, öğleye kadar pasaportunuzu veririz" dedi. O işi de hallettik.

Kiralayıp parasını peşin verdiğimiz kiralık otomobili Cumartesi günü firmaya teslim ettim. Kullanılmayan iki buçuk günün parasını nakit olarak istedim, ödediler.

Mağer sigortalıymış
American Express bürosuna gittim. Karakol zaptının bir örneğini de onlara gösterdim. İlgili memur bizi dinledi. Çantada kaç dolarlık seyahat çeki vardı diye sordu: "220 dolarlık" dedim. Önündeki çekmeceyi açtı. Bana 220 doları nakit ödedi. Zaptı da iade etti. Şaşırdım kaldım. Bu tip çeklerin sigortalı olduğunu sonradan öğrendim.

Beş kuruşumuz yokken cebimiz para dolmuş, her işi yoluna koymuş olduk. Ama pasaportsuzluk endişesi devam ediyordu. Pazartesi günü konsolosluk kapısındaydık. Resimlerimizi verdik. Konsolosluk memuru, "Paranızı pulunuzu da çalmışlar. Sizin harç verecek haliniz de yoktur" deyince, doğrusu ya ben "Hayır, paralar geri geldi hem de fazlasıyla..." demedim. Bunun üzerine Sabancı Ailesi için bir "fakr-ü hal" kağıdı düzenlediler. Harç almadan, bizim pasaportları yenileyip bir saatte verdiler. Roma'dan soyulma maceramızın nihai bilançosu, sadece kaybolan bir çanta ve küçük transistörlü radyo; fakat üç gün süren gereksiz, abartılmış telaş, dövünme, yakınma, ağlamadan ibaret kaldı.

Haberin Devamı