"Elde silah koşmak yakıştı mı Melek!"

Bu yazıları yazıp teslim ederken aslında diğer arkadaşlarımın tam olarak ne düşündüklerini bilmiyordum...

Haberin Devamı

Bu yazıları yazıp teslim ederken aslında diğer arkadaşlarımın tam olarak ne düşündüklerini bilmiyordum. Ben dizilerin bizim kapalı ve yoksul toplumumuzda çok etkileyici olduğunu, gelir düzeyi ne olursa olsun hepimizin bir şekilde bir dizi bağımlısı olduğumuzu ifade etmeye çalıştım. Tabii bunlar kişisel düşünceler ve gözlemler. Vizontele'nin çekimleri için uzun bir süre Van'da kalmıştım. Anımsayacaksınız o filmde rol alanların çoğunluğu bir şekilde televizyon ünlüsüydü. Ama Zeynep Tokuş'un Gevaş'a gelmesiyle birlikte televizyon dizilerinin izleyenler üzerindeki etkisi ve bu etkinin uç noktasını gördüm.

Hangimiz gerçek?
Gördüklerime inanamadım. Zeynep Tokuş'u İstanbul'dan gelen bir oyuncu değil, "Deli Yürek"teki Yusuf Miroğlu'nun nişanlısı Zeynep olarak görüyor ve saygıda asla kusur etmiyorlardı. Yusuf onlar için Yılmaz Güney kadar gerçek bir adamdı. Yine çok benzemese de gösterdikleri inançlı tepki adına yakındır diye düşünüyorum; keşke yapmasaydım dediğim tek işten, şu garip polisiye diziyi çekerken başıma gelen bir işten söz etmek istiyorum. Elimde silah Üsküdar'da yokuş aşağı koşarken bir bey kameraların önüne geçip durdurmuştu beni. "Elinizde silah, koşmaya utanmıyor musunuz Melek hanım? Yakışıyor mu size?" diye.

İclal olarak değil bir önce oynadığım dizi Sıcak Saatler'deki munis ve ağırbaşlı karakterim Melek olarak görüyordu beni. (O silahı tuttuğuma öyle pişmanım ki...) Adana'da bindiğim bir taksinin şoförü başını çevirmeden "Abla ya" demişti, "Senin sesin şu Sıcak Saatler'deki Melek'e ne kadar çok benziyor!" Kendimi tanıttığımda pek sevinmiş ve çok rica etmişti "Sakın ola ki kötü rollerde oynama e mi! Kimse inanmaz zaten sana. Sen hep iyi olarak kal." Bu kalıplardan sıkılmış, batılı oyunculuk anlayışı vs. diye çok laf etmiş biri olarak aslında sokaktaki adamın sesine kulak vermenin gerekliliğine de inanıyorum. İnanıyorum ama halk bunu istiyor sakızına da arük tahammül edemiyorum.

Peki, "elit" olan ne?
Çünkü aynı halk Asmalı Konak gibi pahalı bir diziyi de gün birincisi yaparak artık diziler için para harcanması gerekliliğini kabul ettirdiler. Gerçi bizim yapımcılar başarılı bir işin ardından "Harcanan para, senaryonun gücü, teknik imkânlar, gerçek oyuncular" gibi şeyleri göz ardı edip, tutan şeyin sadece peribacası ya da taş evlerde yaşayan ağalar olduğunu sanıyorlar hâlâ ama... Bir tanıdığım, beğendiğim diziler ile ilgili küçümseyici bir yorumda bulunmuştu. O bu dizileri ve ünlü isimleri -banal- buluyordu.

Merak ediyorum....
Peki elit olan nedir?
Yerli dizi izlememek mi? Bir buçuk trilyon vergi ödeyen bir kadını dışlamak mı? "Beni arabeskçi olarak anmayın, ben oyuncu olmak için didiniyorum" diyen bir ünlüye burun kıvırmak mı? Yaşamsal terfi uğraşında olanlara çelme takmak mı? Uydu kanalıyla sadece İngiliz televizyonu ya da TRT2 seyretmek mi? İnsanları ve tercihlerini sınıflandırmak mı? Kırmızılar, beyazlar, birazlar, burgerler diye isim bulmak mı? Herkesten ve her şeyden öteye gitmek mi? Yoksa anlaşılmamak mı?

Ne dersek diyelim...
Aylık kazançlarımız, toplumsal alışkanlıklarımız, tükettiklerimiz ortada. Hayatımız bir diziye kilitli geçip gidiyor. Bahar ve Seymen birbirlerine sarılıp uyurken içi cız ediyor işte bir sürü kadının. Pınar Altuğ'un giydikleri, dizideki duvar kağıtları,kullanılan arabalar, ayakkabılar... Bütün bunların hepsi özlenen o küçük şeyler oluyorlar. Pınar Altuğ'un kazağını giydiğinde onun kadar güzel olduğunu düşünüyor giyen kişi. O duvar kağıdı kullanıldığında onların evi kadar şirin oluyor evler. Bütün bunlar bir yana.... Hepimiz biraz röntgenciyiz aslında. Hepimiz meraklıyız komşuların başlarına gelenlere... Başka hayatların seyrinde ya unutuyoruz kendi hayatımızın sıradalığını ya da şükrediyoruz bizden uzaktadır bu felaketler diye... Hayatın sürekliliği işte... Eh... Bil bakalım bundan sonra ne olacak?

DİĞER YENİ YAZILAR