Çocukluk aşkına (*)

Haberin Devamı

(İstanbul’da gökgürültülü sağanak yağış var. Yağmur damlaları, her biri fotoğraf karesinde görünebilecek kadar iri... Pencereden bakıp, yağmurun fotoğrafını çektim. Instagram’a yüklediğim fotoğrafa biri “annemin perdeleri” diye bir yorum yaptı... “Belki annenizle aynı yaştayızdır” diye yanıt yazdım... İçimde de yağmur başladı...)

***


Domates kocamandı. İki elimle tutup koparmaya çalışmıştım. Tam da kalın dikenli dalından domatesi ayırmayı başarmıştım ki Hayrünnisanım teyze balkonda belirdi. Elini kolunu sallayarak ince ve tiz bir sesle bağırmaya başladı. Korkuyla sıçrayıp domatesi çamura atıp kaçtım. Kaçtık. Zaten dünkü mor zambakları yolma, aslanağzı çiçeklerinden kendimize ibibik yapma operasyonundan mimliydik. Üstelik iki gün önce de bahçe kapısının önüne dökülen çimentoya elimizi, ayağımızı basmış, salak gibi isimlerimizi yazmış bir de tarih atmıştık: 1977

İçgüdüsel bir dünyaya iz bırakma telaşından mı yoksa bize ait genetik bir isim yazma, parmak basma alışkanlığından mı bilinmez, işte kendimize engel olamayarak yapmış olduğumuz bu yer-duvar çalışması canımıza okumuştu.

Kendimizi onca deşifre ettiğimiz yetmiyormuş gibi Ziya amcaların zilini çalıp kaçarken yakalanmıştık.

Üstelik tam da apartmanın ikinci katındaki koridor penceresinden atlama yarışı yapıyorduk. Herhalde kim kafasını daha çabuk kıracak diye bir iddiaya girmiştik. Allahım daldan dala maymun gibi atlarken kızlar daha yavaş dediler diye kuyruklu, vahşi bir yaratığa dönüşmemize ramak kalmıştı ki içimizden biri kolunu kırdı. Ama bize ibret olmaktan çok büyüklerin kâbusuna bir yenisini ekledi. Çünkü dışarıdaki kuduruklukları bitmeyen bizler içeri tıkıldığımızda evlerin iç düzenini yok sayan bir anarşi ortamı yaratıyor, çığlıklar içinde kapıların önüne konuyorduk.

Sonunda iş arka bahçedeki domatasleri çalmaya varmıştı.

Sebze, meyve hırsızlığı affedilir bir konu değildi.

Bahçe bizim de olsa, emek Hayrünnisanım teyzeye aitti.

Ama Hayrünnisanım teyze bizden daha mı iyi çıkaracaktı o domateslerin tadını? Kısıra koyacaktı, bahçede oturacak, çay içip dedikodu yaparak yiyeceklerdi. Biz hiç olmazsa ısıra ısıra, sularını akıta akıta yiyorduk. Hakkını veriyorduk o mis kokulu domatesin...

Hayrünnisanım teyze konuyu büyüttü.

O kadar büyüttü ki hepimize bir hafta bahçeye çıkma yasağı verildi ve o haftanın sonunda bütün çocukları Kuran kursuna yazdırdılar.

Kafamızda komik örtüler, elimizde dua kitapları üç beş gün bir arkadaşımızın anneannesinin evine gittik geldik. Öğrendiğimiz duaları yeterli bulmuş olmalılar ki bir hafta sonra hepimiz bahçeye geri döndük...

***


Dün bir çıkmaz sokaktan geçtim. Hiç çocuk yoktu etrafta. Ne bir meyve ağacı, ne adını kazıyabileceğin çimento dökülmüş bir bahçe kapısı...

Boş, harap, bakımlı, bakımsız evler gördüm.

Odalarında kim bilir ne sırlar saklı. Ne dualar, ne uykular, ne kahkahalar....

Sanki hiç çocuk yaşamamış bu evlerde. Çocuk odası olduğunu anlatan bir duvar kâğıdı da olmasa ne dört duvar arasında ne sokakta bir tek çocuk izi var.

Annemin evine gitiğimde hep gider bakarım; arka baçenin kırmızı duvarında hâlâ yazılı durur, “İclal” diye kargacık burgacık bir yazı.

Mamilerin kayısı ağacı yok. Mamilerin şahane bahçesi yok artık hatta.

Yaz bitmeden iz bırakmalı bir yerlere.

Birkaç tatlı yaramazlık, bir avuç meyve hırsızlığı, sormadan ödünç alınmış bir bisiklet, yaşa başa bakmaz bir saklambaç oyunu hatta...

Bizi bekleyen olası kâbustan önce sular bitmesin diye, bugünün çocukları da otuz yıl sonra bahçeli bir çocukluk anısı anlatabilsin diye diş fırçalarken musluğu kapatmaya ne dersiniz? Daha az enerji harcayarak daha çok isim bıraksak yarına ne olur?

Toprak kurumadan bir fideniz olsa bebeğiniz yoksa bile...

Bu hafta dünyaya bir baksanız, suyu az harcasanız, arabanın motorunu kapatsanız... Çocukluk aşkına desem?

(*) 2007 Ağustos...

DİĞER YENİ YAZILAR