Nasıl yaşadın

Haberin Devamı

Cumartesi gecesi... Alaçatı’daydım... Günü batırmıştık.. Gökyüzündeki bulutların eflatun rengine bakmıştık hayranlıkla. Durgun denizin üzerinde düşünceli insanlar gibi bize bakan teknelerin karşısında yemeğimizi yemiş, şakalaşmış, dertleşmiştik...

Ay ışığında, dönüş yoluna koyulmuştuk sonra... Yolda, rüzgâr saçlarımı uçurmasın diye sarındığım şalımın ucuna kırmızı bir sardunya iliştirmiştim. Rod Stewart “What a wonderful life” diyordu CD çalarda...

“Ne için yaşadığın değil, nasıl yaşadığın önemli” diye anlatıyordu arabayı kullanan arkadaşım... Otelin ışıklı güzel bahçesine girdiğimizde bizi sevinçle bekleyen iki küçük köpek karşıladı... Ne güzel bir yaz gecesi, ne güzel tüter bu yasemin...

Bahçedeki sedirlere yayıldık... Ben telefonumu aldım elime...

Ve o sırada gördüm...

Gencecik bir isim... Ölüm kimseye yakışmaz ama...

Türkiye’nin çok başarılı iş adamlarından, tanıdık bir ismin 1969 doğumlu Hakkı Ulukartal’ın ölüm haberini veriyordu bir arkadaşım... İnanamadım!

Aradım...

“Bu öğleden sonra, spor yaparken kalp krizi...” diyebildi ağlayarak... Oysa... Yok canım şaka olmalı. O kadar uzak ki ölüm Hakkı’ya... Hiç yakışmaz! Daha çocuğuz biz. Oysa... Daha birkaç ay önce... Bir başka arkadaşımızın düğünüydü... Bir fotoğraf karesinin içinde kahkaha atan o yüzlerden biriydi... Bu mu hakikaten hayat? Düğün ve cenazelerde mi buluşacağız artık hep?

Telefonla konuşurken toprağın üzerine oturma ihtiyacı hisettim. Ağlayarak olanları anlatan arkadaşıma söyleyebilecek hiçbir cümlem yoktu çünkü... Hiçbir tesellim yoktu... Hakkı’nın gülen yüzü ile ölüm haberi o kadar uyuşmuyordu ki... Beyaz iki kelebek uçuyordu etrafımda. Bir şarkı çalıyordu o sıra hangisi hatırlamıyordum. Yanıbaşımdaki duvara tırmanmış yasemin çiçekleri tütüyordu acı acı.

“ İşte bitti hayat...” dedi arkadaşım...

Telefonu kapattım.

Bir süre önce yaşadığım derin karanlık günleri düşündüm...

Sadece kızım için yataktan kalktığım. Sadece kız kardeşim için bir lokma ekmek yedikten sonra yeniden yorganı kafama çekip bütün dünyadan saklandığım günleri...

Yıllarca, gazeteyi açtığımda adım üzerinden yapılan ucuz magazin haberleri için içimin acıdığı sabahları, ciddiye aldığım insanları düşündüm... İşler, konuşulanlar, kayıplar yüzünden mideme, böbreklerime, kalbime, bedenime verdiğim hasarları...

Nasıl da değmezdi...

Hiç kimseye, hiçbir şeye nasıl da değmezdi!

Allahım, kendi kutsal hayatıma yaptığım bu zulüm yüzünden affeder misin acaba beni?

“Ne oldu” dedi otelinde kaldığımız arkadaşım yanıma gelerek...

“Bir arkadaşımızı kaybetmişiz” dedim...

Yanıma oturdu... Ölümü konuştuk...

“Başka bir başlangıç bu... Görünen fevkalade dünyevi bir hayatın sonu bu şimdilik” dedi... “Hadi kalk, bir yere gidiyoruz hep birlikte...”

Taş evler, iki mezarlığın arasında karanlık sokaklar, bizi takip eden sokak köpekleri, ceketlerine sarılmış kapı önündeki sandalyelerinde oturan insanlar, dükkânlar, müzik sesi yükselen kafeler, kahkaha atanlar, sevgilisinin saçını okşayan bir delikanlı...

“Bak hayatın içinde yürüyoruz şimdi...” dedi. “Sen durdun mu, duruyor.”

***


Ummadığın yerde bitiyor işte...

Kim bilir kaç kez yazdım ben bu yazıdan...

Kim bilir kaç kez unuttum...

Ne niyetlerimiz vardı, ne beklentilerimiz geçtiğimiz yollardan, tanıdığımız insanlardan... Neler oldu, neler getirdi hayat bize...

Neyi ararız, neyi buluruz kim bilir...

Küçücük bebekler, gelinliği üzerinde kızlar, tezkeresine on gün kalmış askerler, bebeğini henüz kucağına almış babalar gidiyor olmadık anda...

Ölümün pek de yaş, zaman, sıra tanıdığı yok evet...

Ölüm hayatın en büyük gerçeği de olsa nasıl yakışmıyor dünyaya...

Geriye gerçekten yaşayabildiğin zaman dilimi içinde “nasıl” yaşadığından başka sonuç kalmıyor...

Sabri Hakkı Ulukartal’a Allah’tan rahmet, ailesine ve tüm sevenlerine başsağlığı diliyorum...

DİĞER YENİ YAZILAR