"Başımıza icat çıkartmayın" denilerek büyüyenlerin toplumu

Soru sormakla dişe dokunur bir iş yapmanın ortak bir yanı vardır. Üzerinde enine boyuna düşünmemiş olabiliriz ama bu ortaklığı içten içe hissetmişizdir, hem de çocukluğumuzdan başlayarak...

Haberin Devamı

Soru sormakla dişe dokunur bir iş yapmanın ortak bir yanı vardır. Üzerinde enine boyuna düşünmemiş olabiliriz ama bu ortaklığı içten içe hissetmişizdir, hem de çocukluğumuzdan başlayarak... Soru sormak kurulu düzeni kurcalamaktır. Yan yana gelmemiş iki taşı üst üste koymak (iş yapmak) da düzeni bozmaktır. İdare-i maslahatçı dünya bu yüzden ikisinden de ciddi biçimde rahatsız olur.

Güzel öğle güneşinin tadını çıkarmak için evden çıktığım gibi deniz kıyısında bir kahveye attım kendimi. Çoğu boş olan masaların örtüleri kuzeyden esen serin rüzgârla uçuşmaktaydı. Garsonların aklı haftanın maçlarındaydı, makinedeki tostum kömür olmanın eşiğine gelmişti.. İşte o sırada iki masa ötemdeki on, on bir yaşlarındaki oğlan çocuğu anne babasına bir soru sordu. Boğaziçi, gemiler, köprüler hakkında; biraz kendisi hakkında, hatta belki hayat hakkında uzantılar içeren bir soru ve ona eklenen bir istekti dile getirdiği, tam işitemedim. Oğlunun sorusu karşısında baba iki saniye bile duraksamadı, lafı yapıştırdı: "Bilmiyorum oğlum, şimdi başıma icat çıkarma..." Çocuk da ikilemedi. Bıraktı, dünyanın, babasının ve kendisinin düzeni o ana kadar nasıl geldiyse öyle sürsün ve zihinler karışmasın diye sorusunun ucunu sessizliğin eline bıraktı... Hafif yan döndü sadece. Boğaziçi Köprüsü'nün gölgesine dikti gözlerini, daldı gitti. Bir soru ve bir isteğin "durduk yerde icat çıkarma" anlamına geldiğini bir kez daha öğrenmişti. Hepimiz gibi... Bütün kuşaklar, buna benzer sözler işiterek büyümüştük. Ve... Soru sormamayı tercih etmiş, icatsız işler yapmaya, yani durumu idare etmeye yönlendirilmiştik. Soru sormayla "icat yapma"nın ilişkisini böyle derinden hisseden, anlayan, bilen bir toplum olmamız ne ilginçti! Fakat ne yazık ki aynı zamanda sorma ve girişimde bulunma dürtülerinin önünü kesmeyi hedefleyen bir toplumduk! Ondan mı bilmem, icat yapmak kültürümüzde bir tür çılgınlık olarak görülüyordu ve icat yapanlar da sonunda ya çıldırıyor ya da gerçekten Zihni Sinir projelere gönül veriyorlardı. Su başlarını tutanların sessiz mesajı şuydu: İcat mı? Yapan yapmış, siz karışmayın! Derin mesajları ise hep şu olmuştu: İlle de icat gerekecekse, onu da biz yaparız; soru sorulacaksa, biz sorarız... Ancak asıl kastım o ki, burada icat yapmayı doğrudan "icat" (buluş) çerçevesinde değerlendirmek eksik olur. Sormayı, sorgulamayı, bulmayı engelleyici bu kültürün "icaf'tan kastı aslında taş taş üstüne koymak, doğru düzgün ve yaratıcı işler yapmaktır. İstenir ki, düzen sürsün, durum idare edilsin, bilmediğimiz işler çıkmasın başımıza!

Deniz kıyısındaki kahveden kalkarken kendi kendime sordum: "Başıma icat çıkarma" toplumunda büyüyen bir insan aşkların uçarı rüzgârlarına kendini kaptırabilir mi? Soru sorulmasından hoşlanmayan bir kültürde serpilip gelişen bir beyin, sloganları düşünce sanmak yerine özgürce düşünmeyi seçebilir mi? "Aman arıza çıkmasın da..." ortamında yetişen bir insan gönül rahatlığıyla yenilikçi işler yapabilir mi; gerçekten bu topluma hizmet edecek işlerin altına imza atmak için cesaretle hayata atılabilir mi? Benim bu sorulara yanıtım pek olumlu değil açıkçası. Peki siz ne dersiniz? (Not: Tabii bizim soru sorma ve girişim dürtülerimizi "sakatlayan" başka kültürel, toplumsal özelliklerimiz de var, orası ayrı.)

DİĞER YENİ YAZILAR