Truva'da binlerce yıl öncesinden esen rüzgâr

Truva'yı gezerken bir yandan da çevreye bakıyorum. İlerde sürülmüş düzgün tarlalar göz okşuyor. Antik kenti süsleyen bodur ağaçlar, gelincikler ve hatmiler de öyle...

Haberin Devamı

Truva'yı gezerken bir yandan da çevreye bakıyorum.

İlerde sürülmüş düzgün tarlalar göz okşuyor. Antik kenti süsleyen bodur ağaçlar, gelincikler ve hatmiler de öyle...

Çok hassas ve eski bulguların ortaya çıktığı "Ön Odalı Yapı"nın (MÖ 2290-2200) üzerine örtülen çelik iskeletti çadırın tasarımı da göz alıcı...

Gemi yelkenine benzesin istenmiş. Tam da öyle. Uzaklardan fark ediliyor...

Derken...

Büyükçe bir çukura bakan kalabalık dikkatimi çekiyor.

Her türden ziyaretçi, çoluklu çocuklu ziyaretçiler; öğrenciler, Japonlar, bölgeye gelmişken buraya da uğramış tatilciler; hepsi oraya toplanmış büyülenmiş gibi aşağı bakıyorlar...

Hemen yaklaşıyorum oraya doğru.

Ve... İnsan her çağda aynı insan işte!

Yüreğini, beynini, ruhunu titreten şey karşısında kayıtsız kalamıyor. Bu dünyadaki huzursuz varlığını teselli edecek her tür kutsallık onu kucaklıyor.

Kutsallığın izlerini tanıyor insan; kokluyor, hissediyor.

Çağlaraşırı ve çok derin bir hipnoz sanki...

Bambaşka, hatta birbirine taban tabana zıt inançları birbirine bağlayan bir "duygu birliği" var sanırım.

İnanılır gibi değil ama tanık olduğum manzara bu.

Orası Truva'nın "Kutsal Alan"ı...

Çukurda tapınak temelleri, sunak yerleri ve meşale altlıkları hemen göze çarpıyor.

Bugünün ziyaretçileri sanki binlerce yıl öncesinin kent sakinleriyle aynı yerde aynı "ürperme"yi yaşıyorlar.

Başörtülü bir kadın sağ avucunda küçük kızının elini sıkıyor. Belki içinden dilek tutuyor!

Küçük kızın bir parmağı ağzında, gözleri dalgın...

Japon turistler el kameralarını bile çalıştırmadan öylece bakıyorlar çukura doğru...

Dört bin yıl önceden bir rüzgâr esmeye başlıyor sanki. Öğle vakti üşüyoruz!..

"Kutsal Alan" ı gördükten sonra birkaç öğrenci "tamam, gezimiz tamamlanmıştır" havasında hızla çıkış yerine yürümeye başlıyor.

Ben oracıktaki bir banka oturuyorum.

Ne tuhaf!

Ve ne kadar tanıdık! Değil mi?

Bank dedim de...

Antik kentin gezi parkurunda belli yerlere ahşap banklar koyulmuş.

Öyle bir görüntüleri var ki, Truva'dan bile daha eski olduklarını sanırsınız.

Sponsorların katkıları ören yerini güzelleştirmiş, modernleştirmiş fakat arkalıklarında Ziraat Bankası yazan banklar aynı kalmış...

Boya üstüne boya atılmaktan kayış gibiler. Hani diyorum ki; yine Ziraat Bankası mı olur yoksa başka bir banka mı, el atıp yenilesinler şunları.

Dün dedim ya, tekrarlayayım: Truva'yı ziyaret edecek olanlar orada Efes gibi az çok belirgin, az çok bir film dekorunu andıran şeyler göreceklerini düşünürlerse hayal kırıklığına uğrarlar.

Truva'yı bilgiyle donanarak gezmek gerek. O zaman zihninizde inşa ediyorsunuz birçok şeyi ve bu çok keyifli bir serüvene dönüşüyor.

Neden böyle?

Çünkü Truva'da tam on Truva var. Yani kat kat on antik şehir...

Prof. Manfred Korfman kendi kültürüne göre bu durumu bir "kat kat pastaya" benzetiyor. Siz isterseniz kalın bir ev baklavasının tabakalarını tasavvur edebilirsiniz.

Düşünün; ilk Truva tunç çağına ait. Yedinci Truva demir çağını işaretliyor. Onun üstüne Yunan kenti; sonra Roma; en sonunda da Bizanslıların Truvası ekleniyor.

İşte bu yüzden insanlık tarihi ve kültürü için muazzam bir belgeleme imkânı veriyor kazı alanı.

Bu arada belirteyim ki, ben Truva dedikçe arkeologların cinleri tepelerine sıçrıyor olabilir. Doğrusu Troia veya okunuşu ile Troya.

Zaten antik kentin dışında da Troya adı hakim tercih olmuş.

Sadece bir köy elektrikçisinin levhasında "Truva elektrikçisi" yazıyor.

Çanakkale-İzmir otoyoluna çıkmak üzereyken bakıyorum; karşıdan bir mobiletli geliyor.

Üzerindeki genç adamın uzun sarı saçları güneşte parlıyor. Brad Pitt havasıyla yanımızdan geçiveriyor.

Tamam, diyorum; şimdi sıra filmi görmeye geldi...

Okurdan
BJK futbol takımı
BJK Futbol Takımı'na güle güle" başlıklı yazınızı okuduktan sonra sıkıldım, daraldım, duruldum, düşündüm.

Gerçekler yüzüme çarpıldığında olduğum gibi tedirgin ve mutsuz oldum.

Ama bunlar gerçek ve sunduğunuz reçete artık kaçınılmaz.

Süleyman Seba sonrası yönetim önemli bir gerçeği göz ardı etti. Taraftar tabii ki şampiyonluklar, kupalar istiyordu. Ancak sırf bu başarılar için en önemli özelliğinden feragat edilmesini de asla kabullenemezdi.

Bunlar ne miydi?

Kartal yuvasında yetişmiş ve inanarak futbol oynayan; taşıdığı formayı terletmesinin karşılığında tribünden sevgi bekleyen futbolcular...

Nerede bizim "kazanmak için çalışmaya" dayanan emekçi felsefemiz? (F.Ö.)

DİĞER YENİ YAZILAR