İstanbul’a dönüş: Kandilli’de akşamüstü

Haberin Devamı

Ağustos farklıdır.

Eskiler “Ağustosun yarısı yaz, yarısı kıştır” derlerdi.

Ayın 25’inden sonra akşamları üzerlerine kalınca bir kazak veya hırka almadan dışarı çıkmazlardı.

Bana kalırsa, kışı bilmem ama daha ilk gününden başlayarak içinde melankolik bir sonbahar büyütür bu ay!

Dışarda sıcaklık 40 derece de olsa içiniz üşür.

Şimdi sıcak havalar eylül sonuna kadar sarkıyor, beklenen yağmurlar hep gecikiyor ama bu gerçek hiç değişmiyor!

***


Kandilli’deyim.

Suna’nın Yeri’nde.

Akşamüstü, 6 suları.

Boğaz’ı etkisi altına alan güçlü poyraza yüzümü dönüp dev at kestanesi ağacının altındaki masaya oturmuşum.

Ve yaklaşmakta olan sonbaharı her zamankinden daha açık biçimde hissediyorum.

Tabii Kandilli öyle ilginç bir Boğaz semtidir ki, oraya yaz hiç gelmez zaten ya ilkbahardır ya da sonbahar.

Ne garip!

Daha üç gün önce Çeşme’de yazın bütün hazlarının tam ortasındaydım... Bazen de kendimi İzmir’in kollarına atıyordum. Herkesin şikâyet ettiği bunaltıcı sıcakta sokaklarda dolaşmak bana keyif veriyordu.

Beyrut’u, İskenderiye’ye Marsilya’yı İzmir’e bağlayan derin kardeşliğin izlerini sürüyordum.

Geçen hafta sonu İstanbul’a dönünce, ilk iki gün üst üste Bağdat Caddesi’ne gittim.

Dünyada eşi benzeri olmayan bu cıvıl cıvıl ve “yaşam sevinci” enerjisiyle dolup taşan caddeyi çok özlediğimi düşündüm.

Sonra anladım. Meğer İstanbul’un Anadolu yakasındaki İzmir’e, Karşıyaka’ya, Alsancak’a benzer özelliklermiş aradığım...

***


Kandilli İskelesi’nde sakin ve huzurlu bir ruh hali içinde etrafa bakıyorum şimdi.

Bu İstanbul işte!

Özlediğim buymuş.

Garson “ne yersin ağabey, ne yaptırayım?” diyor.

“Ben aslında öyle oturmaya geldim” diyorum.

Yüzüme bakıp kalınca “havayı koklayacağım” diye ekliyorum.

Kaç yılın tanışıklığının getirdiği anlayışla gülümseyip “sen bilirsin ağabey” diyor “istersen ızgara sardalya göndereyim, seversin.”

“Tamam, bir de salata ver, yeter.”

Yanımda getirdiğim Edip Cansever kitabını beyaz masa örtüsünün üzerine koyup sayfalarını karıştırmaya başlıyorum.

Güneş hâlâ parıldıyor.

Büyük bir yolcu gemisi suları köpürterek ve ürkütücü bir gürültüyle Karadeniz’e doğru ilerliyor.

Yalnızlığımı seviyorum o anda.

Yani, İstanbul’u seviyorum.
***


İçimden “Yarın köşemde Kandilli’de bir akşamüstünü yazsam, çok mu kişisel olur acaba?” diye geçiriyorum.

Oysa kriz dönemlerinde orta sınıfların uğursuz ve tehlikeli özellikleri üzerine yazacaklarım vardı.

Nasıl mı? Kıyısından köşesinden anlatayım.

Alt sınıf “şimdiki zaman”da yaşar.

Üst sınıf kendi geleceğini kendisi planlar.

Ama orta sınıf gelecek fikriyle sürekli çatışmalıdır. Umutluysa bireyci ve girişimcidir cilası da demokrattır.

Umudu azalır, kriz ortamı derinleşir ve gelecekten endişelenmeye başlarsa totaliter arayışları, şoven duyguları ağır basmaya başlar hatta bir bölümü umutsuzca faşistleşir.

O yüzden yeni dönemde siyasal-toplumsal sonuçları en belirgin olacak şey laiklik veya anayasa tartışmaları değil, muhtemel bir ekonomik kriz olacaktır.

***


Yemek bitti. Sıra kahveye geldi.

Hiç kalkmak gelmiyor içimden.

Lokanta henüz tenha. Gün hâlâ aydınlık.

Olağanüstü düzgün vücutlu, uzun boylu, çok güzel bir kadın beliriyor birdenbire. Arnavut kaldırımından aşağı ağır ağır inip yalı boyunda kayboluyor.

Pembe renkli ve yüksek ökçeli ayakkabılarının üzerinde güçlükle durduğu dikkatimi çekiyor.

Bir an zihnim dağılıyor, sonra Edip Cansever’in 1982 tarihli “Bezik Oynayan Kadınlar” adlı kitabında geçen şu dizelerle toparlanıyorum:

“Pırlanta kolyeler açıyor ağaçlarda / Şehrayinler dönüyor beynimin içlerinde / Işıklar ışıklar içinde atlıkarıncalar / Anlıyorum / Gezintiye çıkmış mutluluk o.”

Bir de çay söylüyorum. Demli.

Derken bir çay, bir çay daha...

İstanbul’u içime çekiyorum.

Biraz nefes alıp vermeyi, biraz iç çekişini andıran bir ses çıkıyor benden...

Kalkıp evime dönüyorum.





*****



AYNA



Kafesin biri, kuş aramaya çıktı.

F. KAFKA

DİĞER YENİ YAZILAR