Antrepo No: 3 notları

Haberin Devamı

* Salıpazarı rıhtımında, İstanbul Modern’in yanı başındaki 3 numaralı antrepo (deniz yoluyla getirilip gümrüğü ödeninceye kadar bekletilen malların saklandığı depo) 10. Uluslararası İstanbul Bienali’nin sergi salonlarından biri olarak kullanılıyor. Sakın yanlış anlaşılmasın! Tuvale mahkûm edilmiş resimler ve heykel formunda dondurulmuş figürlerle dolu bir yerden söz etmiyorum! Hayır, burada mekânı ve izleyiciyi de olayın içine katmayı hedeflemiş yerleştirmeler, düzenlemeler ve video çalışmaları yer alıyor. Kapıdaki beyaz kulübeden biletinizi ve kitapçığınızı alıp birkaç basamak çıktıktan sonra sergi salonuna giriyorsunuz. Ortalık biraz Guguk Kuşu filmindeki akıl hastanesini, biraz polisiye TV dizisi setini, biraz da yetişkinler için yapılmış bir lunaparkı andırıyor.

* İçinizde iki ayrı ve güçlü his aynı anda belirip birbiriyle çatışıyor: Birincisi, her şeye göz ucuyla bakıp “eee, ne olmuş yani?” dedikten sonra oradan çıkıp gitme arzusu... İkincisi, sergilenen yapıtlara durup dikkatle baktığınızda bir anda zihninizde yeni kapılar açılabileceği sezgisi...

* Değinmeden olmaz. Hıncal Ağabey, burayı 10 dakikada gezip bitirdiğini ve yapılan işin “palavra” olduğunu yazdı geçenlerde ve polemiğe konu oldu. Ben sonra fark ettim. İçeride dolu dolu 1 saat 35 dakika geçirmişim. Ama bir daha gider miyim? Sanmam. Tabii belki başka bir küratörün seçtiği yapıtların bir ihtimal beni orada çok daha uzun saatler tutacağını ve en azından sergi mekânını bir kere daha gezeceğimi söyleyebilirim.

* Hemen her yerde bu tür sergilerin temel sorunu şu: Çok laf, az iş... Çok cafcaf, az yaratıcılık... Hele ana tema politikse yandınız! Çünkü o durumda sanatçıların zihinlerindeki klişe yargılar hayal güçlerini ezip kısırlaştırıyor. Bienal’in sorunu da aynı. Ana tema “küresel savaş çağında iyimserlik”. Fakat insan yapılan şeylere bakınca sanatsal hayal gücünün geleceği açısından pek de iyimser olamıyor.

* Belki de serginin en iddialı, en gösterişli işi olduğu düşünülen “İnşaat Alanı”na gelince... Dışardan bakınca rampada bir füzenin başlığını görüyorsunuz. Çevresini saran perdeleri aralayınca bakıma alınmış bir minareyle karşılaşıyorsunuz. Eh, bayağı emek sarfedilmiş, doğru! Ama sanırım, içerdiği kolaycı alegorik yaklaşım ve basmakalıplık yüzünden hedeflediği etkileyiciliğe ulaşamamış bir çalışma. Ziyaretçilerin hiçbirinin bu yapıtın önünde uzun boylu durmayıp birbirleriyle iki çift laf etme ihtiyacı duymayışlarına hiç şaşırmadım.

* Oysa “İnşaat Alanı”nın hemen yanıbaşında yere onlarca bıçağı “saplayan” Cezayirli sanatçı Adel Abdessemed’in yaptığı, çok yalın fakat derinden ürperticiydi. Çünkü ölümü ve öldürmeyi “anlatmaya” çalışmamış; tersine, çırılçıplak bir keskinlikte “hissettirmeyi” seçmiş Abdessemed.

* En çok hangi yapıt önünde durdun diye soracak olursanız... Moskova doğumlu üç sanatçıdan oluşan AES+F grubunun neredeyse üç boyutlu izlenimi veren dev tablosu “Son Ayaklanma”yı söylemem gerek. Döndüm, bir daha, bir daha baktım. Tabloda ne mi görüyoruz? 11-16 yaşları arasındaki, neredeyse melekleri andıran çocuklar birbirlerini kesmek üzere. İdeolojinin, tarihin, ahlakın beklenen sonu... Mu?

* Fikret Atay’ın videosu, eğer sabreder sonuna kadar seyrederseniz çarpıcı... Batman şehrinin yeni mahallelerine tepeden bakan bir yerde çöp tenekelerinden davul yapıp çalan bir çocuk...

* Ken Lum’un üç koridor ve bir karartılmış odadan oluşan düzenlemesi; “Farkındalık Evi” ziyaretçilere çok ilginç bir deneyim vaat ediyor. Ama baştan söyleyeyim: Oraya gelip aynada Yunus Emre’nin dizeleriyle karşılaştığınızda sakın dönüp duvarda asılı küçük kağıttaki bu çalışma hakkında yazılanları okumayın! İşin özü sürprizde çünkü ve okuyunca sürpriz falan kalmıyor.

* Bir de Suriyeli Buthayna Ali’nin salıncakları var. Çok çarpıcı, çok etkileyici; insanı hipnotize eden bir çalışma. Sanatçı “Biz” adını vermiş. Bence orada yazılanlara da aldırmayın hiç! Odaya girin ve zihninizi “arındırıp” gördüğünüz manzaraya bakın, bakın, bakın...

DİĞER YENİ YAZILAR