Nostaljik bir hikaye

Anneler Günü‘nde, benim için düzenlenen bir imza günü etkinliğine katılmak için Bursa’ya gittim. Önce evde özenle hazırlandım. Ayakkabıdan çantaya, sevdiğim moda evlerinin özel tasarımlarını serpiştirdim kıyafetime. Bana tahsis edilen hani şu salon-salomanje türü araca bindim. Organizasyonu düzenleyen iki genç kadın ve sevgili menajer arkadaşım Sena ile birlikte kızım da yanımızda yola koyulduk. Ben en kibar ve en “Lady Di” edâm ile yeni tanıştığım çalışma arkadaşlarımın hâl-hatırını sordum ve Sena’ya döndüm. Bir ânda eteğimin şifonuna, ayakkabımın topuğuna yakışır tüm zerafeti kaybedip, benden hiç beklenmeyecek bir tavırla “ohaaa Topten mi o” diye yükseliverdim. Senâ; “hahaaaa zaten kaç kişi bu tepkiyi verir ki” diye kahkahayı patlattı. Ve “İtalya’dan bir arkadaşım getirdi burda yok” diye havasını attı. Birlikte yol aldığımız diğer iki kibar hanım ise inanamaz gözlerle anlamaya çalışarak bana baktı. Ben ise yol boyu karşımda duran efsaneden gözümü alamadım ve çocukluğumun starına aynı gıpta ile baktım.

Haberin Devamı

80’lerde çocuk olmak

Şimdi, ya 80’lerin çocuklarısınız ve beni anladınız ya da “Topten” sizin için en çok dinlenen müzik listesi filân demek! İkinci grupta iseniz, günümüzün hızla değişen moda akımları karşısında benim 30 yıllık bir basketbol ayakkabısını sayfama taşıma anlam verememekte haklısınız. Ne de olsa artık parası olan için, her markanın yüzlerce modeli içinden, üzerinde o gün giyilen eşofmanın renginde bantları olan birini ayağa geçirmek mümkün. Gelin biraz nostalji yapalım:

Arzu nesnesi lastik pabuçlar

Efendim bundan 30 yıl önce, yani Özal’ın bizleri yabancı mallarla yeni yeni tanıştırıp zehirlediği, aklımızı başımızdan almaya başladığı dönemde hepimizin ayağında Mekap marka ayakkabılar vardı. Ardından Esem’ler geldi. Ayağımız sıcak, gözümüz rahat, kısaca mutluyduk. Sonra yavaş yavaş, Nike’ler, Adidas’lar, Tiger’lara, Convese’ler girdi ülkeye. Bu vakitten önce sadece paralı sınıfa ait ve o zamanlar için uzaya gitmekle eş anlamlı olan yurt dışı seyahatlerine giden ailelerin çocuklarının ayağında görürdük onları. O yüzden gözümüz kalmazdı. Zaten ulaşılmazdı ve asıl azınlıkta olan, o havalı gruptu. Biz de Mekap ve Esem çoğunluğu içinde olmanın yarattığı sınıfsız sınıf olmanın keyfini sürerdik. Ama sonra... Ahhhh işte sonra olan oldu ve efsaneler mahallelere girmeye başladı. Nasıl ki şimdi iPhone alabilmek için üç aylık maaşını yatırmayı göze alan nesil var ise biz de babalarımızın memur maaşına yakışmayan ayakkabılara aynı duyguları bağladık. Üstelik; o zamanki “lastik pabuç“lar gerçek birer arzu nesnesiydi. Şimdiki gibi her markanın yeni çıkan beş bin modeli değil, yıllarca efsane olan bir tek modeli olurdu. Tabii yine her markanın ayrı bir mağazası da olmazdı ve mağazalarda her ayak numarası da bulunmazdı. Karşıyaka çarşısına o hafta 5 Nike geldiğini duyar, koşarak gider ve Sindrella misali şans getirecek ayakkabı hangimizin ayağına uyacak diye sırayla denerdik. Babamı Esem’den ötesi için iknâ etmeyi hiç denemedim ama ailenin tek torunu olduğumdan yufka yürekli rahmetli anneannem bize göre zengin sayılabilecek bir kadın olmasının verdiği hovardalıkla bana liseye başlarken bir pabuç alacağına söz vermişti. Ama ayaklarım küçük olduğu için bir türlü bana uygun ayakkabı bulunmuyordu, çünkü çoğunluğa uysun, kız-erkek ortalama tutsun diye hep büyük numara getiriyordu dükkanlar. Sonunda çil çil bir Nike Pro bulduk bana, 38.5 numara! Ayağıma 2 numara büyüktü ama olsundu, iki kat havlu çorapla giydim mi tam olurdu. Beyaz üzeri kırmızı... Hem ayağım büyüse bile farketmezdi. Yakın bir zaman kadar giydim onları, sonra taşınırken bir gaflet ânımda attım ve şimdi çok pişmanım. Anneanneciğim sayesinde lise hayatıma ait ayakkabı alma kotamı güzel bir şekilde doldurmuştum. Gel gör ki bir sene sonra, 1986 Basketbol Dünya Şampiyonası Finali’nde, yıllar sonra bir trafik kazasında sevenlerini acıya boğan efsane basketçi Drazen Petroviç‘in ayağında, bugün bana hala iç geçirten Adidas’ın “Topten”lerini gördük. Annem “ammman zaten bu İzmir’in sıcağında boğazlı ayakkabı mı giyilir” diye beni avutsa da her gördüğümde iç geçirmeme mâni olamazdı. Hoş paramız olsa da bulamazdık çünkü sadece basketbol oynayam erkekler için getiriliyordu. Üstelik ben basket filan da oynamıyordum. Ama işte basketçi arkadaşım Günsenin bayılıyor diye ben de Drazen’a ve Topten’lerine bayılıyordum.

Haberin Devamı

Topten efsanesi

Haberin Devamı

Gelelim düne; Günsenin’le yürüyoruz ve ben ona yazımın başındaki anneler günü hikâyemi anlatıyorum. “Oha la Topten mi onlar” deyişime çok gülüyor ve tekrar ettiriyor. Bana Amerika’da, kendi gibi basketbol geçmişi olan kocası Apo ile nasıl Topten aradıklarını ve zorla bulduklarını, şimdi de eskimesin diye giymekten korktuklarını anlatıyor. Tıpkı 30 yıl önce olduğu gibi, bugün de paran olsa bile bu ayakkabiları bulmanın ne kadar zor olduğundan dem vuruyoruz. Gülüyoruz. Ve Günsenin birden, “oha Topten” diyor. “Türkiye’de yok kadınlar için, benim ayak küçük ya erkek modeli alamıyorum” diyorum. Mağazaya dalıyoruz ve koca İstanbul’da benim numaram tek Topten’i buluyoruz. “Param var” diyorum çocukça. Ben yeni pabuçlarımı, 30 yıl sonra alabilmiş olan gerçek bir “sonradan görme” olarak Instagram’a filan koyuyorum. Bizim nesil deliriyor. Eski arkadaşlarımla Facebook’ta efsane ayakkabılar listesi yapıyoruz. İşin komiği herkes birbirinin sahip olduğu yegane ayakkabıyı tek tek hatırlıyor. Adidas’ın Stan Smith, Topten, Concorde ve tabii ki Super Star modelleri, Coverse All Star, Nike Pro, Asics Tiger’ın yeşil bantlıları... Hava yağarsa korkusundan şimdilik sadece evde giyiyorum ama ne zaman aynaya baksam kendimi hiç olmadığım kadar havalı hissediyorum.

Haberin Devamı

Arada da şu bizim “Esem” leri tekrar moda etsek de kurtulsak mı diye içimden geçirmeden edemiyorum.

DİĞER YENİ YAZILAR