İnşallah da başıma gelirsin! İnşallah da gel!

“O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık.” –Yaşar Kemal

Geçen gece bir arkadaşımla gece dışarı çıktık. Nişantaşı’nda en az üç dört mekan gezdikten sonra bir yere oturmuş şarabimizi içiyorken, dönüp arkadaşıma sordum:

-Kankacım bu yakışıklı oğlanlar nerde?

-Ne bileyim atlara binip gittiler herhalde.

-Herhalde.

Dedim geçtim.

Aramakla gönül güzel seçemiyor canlarım. Aramaya inanmak da boşuna. Hiç olmadık bir zamanda hiç olmadık yerde karşına çıkıyor beklediğin.

Bir kere Murphy yasası diye bir şey var. Bir şeyi ararsan asla bulamazsın diyor. Serendipity diye bir şey var. En güzel şey, hiç umulmadık anda karşına çıkandır diyor.

Öyledir de… Örnek? Şöyle… Birkaç ay evvel, bir arkadaşımın doğum günü için hayatta üç beş kez gittiğim bir mekana gittim.

İçerisi tıkış dolu. Bağır yakası açık gömlekli, solaryumdan fırlamış bronz tenli ne kadar otogalerici, yeni nesil zengin iş adamı evladı varsa içeride. Hiç sevmem öyle yerleri ben. Kemerinin tokasını gözüme sokan oğlanları da hiç sevmem. Aşırır pırıltı bana her zaman itici gelir. Özünde bir ezikliği, kompleksi, sınıfsal bir çatışmayı gizleme çabası gibidir o kocaman logolar. Markalar, yaz görmeden bronzlaşmış tenler, aşırı çabayla yapılmış saçlar. Bir erkekte bunları gördüğünüzde gönül rahatlığıyla kaçabilirsiniz.

Neyse o kalabalıkta, mekanın işletmecisi olan arkadaşımız beni buldu. Masamıza götürdü. “Ulan” diye geçiriyorum içimden. “Bu kalabalıkta ezilerek ölmesek bari.” Etrafımdaki bağrı açık gömlekli çocuklarla göz göze gelmemeye çalışıyorum ki masamıza dadanmasınlar. Malum alkollü ortam.

Gerçi ortama o kadar alakasız giyinmiş haldeyim ki, pırıltılı elbiseli kızları atlayıp bana dadanmazlar diye umut ediyorum.

Sonra bir fenalıkla kafamı çeviriyorum. Bir oğlanla göz göze geliyorum. Yüce tanrım! Emin olamayıp bir daha bakıyorum. Yok yok! Doğru gördüm. Üstelik oğlan da bana bakıyor. Cupid aşkına! Oğlan o kadar ayrık otu ki neden orada olduğu konusunda hiçbir fikrim yok. Gömlekli değil. Bağrı başı açıkta değil. Kemerinin tokası gözümüzü delmiyor. Aman yarabbim ve üstelik oğlan aşırı yakışıklı! Ve evet! oğlan bizim masada duruyor. Nasıl yani? Telefonu kaptığım gibi o an sigara molasında olan arkadaşımı arıyorum. “Serot” diyorum. “Bizim masada bir oğlan duruyor. Yanlışlıkla mı gelmiş bu?” “Yok” diyor. Kimden bahsettiğimi dakikasında anladı. “Benim arkadaşım o. Bekle geliyorum.” Hayır, bu arkadaşları kömürlükte mi besliyorsunuz dememe kalmadan bitiyor masamızda.

Uzatmayacağım, çocuk bütün gece bana bakıyor, ben bütün gece çocuğa bakıyorum. Canını çıkarana kadar da tanışmıyorum inadına. Aynı masada karşı karşıyayız. Yok, merhaba demiyorum. Sürekli bana bakan birine nasıl merhaba diyebilirim. Teknik olarak imkansız. Üstelik utanıyorum. İşte bu da bu yaşa gelip çözemediğim böyle bir hastalık.

Gecenin sonunda mecburen tanışıyoruz çocukla. En azından adını öğreniyorum. Benim için yeterli bilgi.

Artık alkolden mi, umulmadık bir şeyi bulmaktan mı bilmem, beyin neyin kalmıyor bende. Bir karar vermem lazım. Ya kalacağım ya kaçacağım. Elbette ki kolay olanı seçip kaçıyorum. Çünkü beş dakika daha kalırsam aşık olacağım. Aşık olmak hiç planlarım dahilinde değil. Ben plansızlıktan nefret ederim. Ne yapacağımı bilemeyip kaçıyorum yani. Ne yapacağımı bilemiyorum.

Aradan bir hafta geçiyor. Kaçtım diye içim içimi yiyor. Elalemin bir kere gördüğüm evladını nereden bulacağım? Hemen Serot’u arıyorum. “Bana o çocuğu bul” diyorum. Buluyor sağ olsun.

Serot tam teşekküllü Mit ajanı gibi maşallah. Sadece adını öğrendiğim çocuğun tam kimliğini buluyoruz. Çocuğu bir yerden ekliyorum ve bırakıp kaçmanın azarını işitiyorum. Ve hain, kalleş, kahpe kadere bak! Ertesi gün çocuk yurt dışına gidiyor. Kadere bak, çocuk yurt dışında yaşıyor.

Ben böyle kadere tüküreyim! Ama bir biçimde serendipity dediğimiz şey bu oluyor. Hiç ummadığımız bir yerde hiç ummadığımız güzellikte bir şeyle karşılaşıyoruz. Biriyle, bir olayla… Tutulup kalabileceğin kadar güzel. Zaten filmi izlediyseniz –ki izlemediyseniz izleyin- tam da bundan bahsediyor. Umulmadık anda, yanlış şartlar altında bir karşılaşma… Ve yine de kaderde varsa, muhakkak kesişen yollar.

Başımıza biri geliyor. Bir şey geliyor. Ve eksik kalmış tüm hikayeler kainatın bir yerinde kendini tamamlıyor. Tüm olmazlara rağmen. Bizi bu düşünce ayakta tutuyor ya da… Bilemiyorum. Belki de fukara avuntusu.

İşte ben tam da bu yüzden bütün cümlelerin sonunu açık bırakıyorum. Bir ara gel kapat diye boşuna demiyorum. Muhakkak ki tamamlanıyor her hikaye. Hayat, tamamdır diyince.

Olmadık bir yerde olmadık güzellikte bir şeyle yüz yüze gelince, “İnşallah da başıma gelirsin” demekten başka ne kalıyor geriye? HİÇ.

İnşallah da başıma gelirsin.

İnşallah da başıma gel.

Sevgiyle…

Haberin Devamı
DİĞER YENİ YAZILAR