Eastmed hattı ve 12 mil sorunu -2-

29 Ekim 2018

“Sadece fazla ileri gitme riskini göze alanlar ne kadar ileri gidebileceğini öğrenir.”

T.S. Eliot

Mayıs 2018’de Lefkoşa’nın Rum kesiminde; Yunanistan Başbakanı Aleksis Çipras, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve GKRY lideri Nikos Anastiadis bir araya gelerek “Akdeniz’de Doğal Gaz Alanlarında İşbirliği” konulu bir toplantı gerçekleştirdiler.

Toplantının ana konusu İsrail ve GKRY doğal gazlarının Girit-Mora üzerinden İtalya’ya aktarımı olmakla birlikte toplantı sonrası Çipras ve Anastiadis yaptıkları açıklamalarda Kıbrıs sorununa da değinerek ortak görüşlerini kayda geçirdiler.

İki lidere göre Kıbrıs’ta kalıcı bir çözümün ön şartı “adanın yabancı ordular! ve garantörlük sisteminden arındırılmasıydı.”

Bu toplantıdan dört ay sonra 10 Ekim 2018’de bu defa Mısır, Yunanistan, GKRY Girit’in Elunda kentinde bir araya geldiler. Konu doğal gaz yatakları ve işletilmesi idi. Tahmin edileceği üzere toplantı sonrası Çipras konuyu yine Kıbrıs sorununa getirip; “Bölgenin istikrarı açısından Yunanistan-Mısır ve GKRY işbirliğinin” önemine vurgu yaparak bir önceki toplantıdaki görüşlerini bu defa daha açık ifadelerle tekrarladı.

“Üçüncü ülkelerin -bunu Türkiye olarak okuyabilirsiniz- anlaşmalarımıza yönelik tehditlerinin karşısındayız” diyen Çipras “Türk askeri adadan çekilmeli ve garantörlük sistemi son bulmalı” sözleri ile Kıbrıs sorunu konusunda Yunanistan’ın pozisyonunu bir kez daha açıklamış oldu.

Doğu Akdeniz’de; doğal gaz yatakları/münhasır ekonomik bölgeler, Kıbrıs sorunu ve Yunan karasularının 12 mile çıkarılması konularını örtüştürüp GKRY ile birlikte Mısır ve İsrail’le oluşturduğu ittifaklardan güç alarak hamlelerini sürdüren Yunanistan’a, GKRY; Fransız, (Total) İtalyan, (Eni) Amerikan, (Exxon) firmaları ile anlaşmalar yaparak destek vermekte,Katar ve Norveç’le ortaklıklar kurarak cepheyi genişletmektedir.

Devamını Oku

Eastmed hattı ve 12 mil sorunu -1-

25 Ekim 2018

“Düşünmeden konuşmanın cezası, sonradan düşünmeye mahkum olmaktır.”

Latin atasözü

Yunanistan eski Dışişleri Bakanı Nikos Koçyas ve hemen ardından Dışişleri Bakanlığı görevini de üstlenen Başbakan Aleksis Çipras’ın, Ege’de Yunan karasularını kademeli olarak 12 mile çıkarabileceklerine ilişkin söylemleri ile Dışişleri Bakanlığımızın gösterdiği sert tepki yeni bir gündem maddesi olarak basına yansımış bulunuyor.

Yunanistan’ın Ankara Büyükelçisi Mavroidis’e, Dışişleri Bakanlığına çağırılarak TBMM’nin 8 Haziran 1995’te kabul ettiği ve Yunanistan’ın Ege’de karasularını 6 milin ötesine çıkarmasının “savaş sebebi-casus belli” sayılacağı kararının geçerliliğini koruduğunun anımsatılması üzerine Başbakan Çipras konuyu parlamentoya havale ederek geri adım atmış gibi olsa da Yunanistan bu emelinden vazgeçmeyerek uygun zaman ve koşulları beklemeyi sürdürecek görünmektedir.

Nitekim her ne kadar, atılmak zorunda kalınan geri adımı kamufle etmek amacı ile söylenmiş olsa da Yunanistan Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Genimates’in; “Karasularını genişletme kararı Yunanistan’a aittir. Bunu ne zaman ve nasıl yapacağına da Yunanistan karar verir. Bu hak müzakere konusu değildir.” sözleri devlet hafızasında yine de not edilmiş olmalıdır.

1 Haziran 1995’de BM Deniz Hukuku Sözleşmesini imzaladığı ancak Ege Denizinin özelliği nedeniyle Türkiye’nin taraf olmadığı tarihten itibaren sözleşmedeki; “Bir ülkenin kara suları azami 12 mildir” ifadesine dayalı olarak hak iddiasında bulunan Yunanistan, donmuş ihtilaf niteliğindeki bu konuyu ısıtarak niçin yeniden gündeme taşımıştır?

Türkiye ile Yunanistan arasında; Kıt’a sahanlığı, Kıbrıs, FIR hattı, Ege’de aidiyeti belirsiz ada, adacık ve kayalıklar, karasuları, anlaşmalarla askersizleştirilmiş ve silahsızlandırılmış olması gereken Ege adalarının birer askeri üs haline dönüştürülmüş olması, Batı Trakya Türkleri, Türkiye’nin AB üyeliğine GKRY ile birlikte kategorik olarak karşı çıkışı, münhasır ekonomik bölgeler, deniz yetki alanlarının sınırları ile ilgili çözümlenmemiş pek çok sorun var ve bu konuda yıllardır iki ülke Dışişleri Bakanlıkları arasında “istikşafi görüşmeler” yapılırken Yunanistan sonradan geri adım atmış görünse de zamansız ve gereksiz gibi görünen bu hamleyi niçin yapmıştır?

Türkiye’nin başkaca sorunlarla meşgul olduğu, enerjisinin başka noktalara odaklandığı hemen her dönemde Yunanistan’ın aramızda çözüm bekleyen sorunlarla ilgili tek taraflı hamlelerine çoktandır alışmış olsak da bu defa akla gelen Atina’nın, Doğu Akdeniz’deki kazanımlarını pekiştirerek kalıcılaştırmak için Ege’yi gündeme getirerek dikkatleri dağıtmak istediğidir.

Devamını Oku

Çuvala sığmayan mızrak...

23 Ekim 2018

“En ummadığın keşf eder esrar-ı derunun,

Sen herkesi kör, alemi sersem mi sanırsın?”

Terkib-i Bend/ Ziya Paşa

Cemal Kaşıkçı’nın Suudi Arabistan İstanbul Başkonsolosluğu’nda, Riyad’dan gönderilen seçilerek görevlendirilmiş bir ekipçe öldürülmesinin belli ki MİT ve Emniyet tarafından elde edilen bilgi ve kanıtlar karşısında saklanamaz hale gelmesiyle birlikte Suudi Arabistan Dışişleri Bakanlığı ve Ankara Büyükelçiliği’nce yapılan açıklamalar akla bir Çin atasözünü getiriyor.

“Derin olan kuyu değil, kısa olan iptir..”

Suud aklının, yansımalarını ölçmeye yetmediği derin bir konuyu; sığ, yetersiz ve kısa Suud ipi ile açıklamaya çalışmasının örneklerini yaşadığımız şu günler devlet ciddiyeti ve onuru ile insani değerler adına utanç verici olmalı..

Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ı kurtarmaya yönelik, en az operasyonun kendisi kadar acemi, çelişkili, Suudilerin her konuşmalarında, kendilerini temizlemeleri mümkün olmayan bir çirkinliğin içine daha da batıran açıklamalar akla “özrü kabahatinden büyük olmak” deyişini anımsatıyor.

Kaşıkçı’nın Konsolosluk’tan ayrıldığı, yaşanan bir arbedede isabet eden yumruk sonucu hayatını kaybettiği, bağırması üzerine susturulmak istenilirken kazaen öldüğü, boğularak öldürüldüğü, cesedine ne olduğunun bilinmediği, Riyad’dan gelen ekibin amacının Kaşıkçı’yı ülkesine dönmeye ikna etmek olduğu gibi başkalarının aklını kendi akılları ölçüsünde görmenin zavallı açıklamaları karşısında Suudi yetkililere bilinen bir deyişi anımsatalım.. “Tiz-i reftar olanın payine damen dolaşır/ acelesi olanın eteği ayağına dolanır.”

Devamını Oku

Hayatın olağan akışı…

18 Ekim 2018

“Kibir, Allah’ın kıymetsiz insanlara hediyesidir.”

Barton

Konuşmalarımızda sıklıkla kullandığımız “hayatın olağan akışı” deyimi alışılagelen, içinde beklenmedik, anormal gelişmeler bulunmayan bir yaşamı ifade eder. İki haftadır yalnızca Türkiye değil dünyanın da ilgi odağına dönüşen Kaşıkçı olayında ise “olağan akış” olarak kabul edilebilecek tek bir şey bile yok..

Alt alta yazarak anımsayalım..

Öykü, evliliği ile ilgili belgeleri almak için Kaşıkçı’nın başvurduğu Suudi Arabistan’ın Washington ve Londra Büyükelçiliklerince İstanbul Başkonsolosluğuna yönlendirilmesi (olasıdır ki bu ülkelerde benzer bir operasyonun çok daha zor olması nedeniyle) ile başlıyor.

Olasıdır ki 15 dakikalık bir evrak işlemi için Başkonsolosluktan randevu talep eden Kaşıkçı’ya belli ki gerekli operasyon hazırlıklarının ikmali için dört gün sonrasına randevu veriliyor. Randevu günü, sabaha karşı Suudi Arabistan’dan iki özel uçak (birisi boş) ve tarifeli seferle üç ayrı grup halinde gelen aralarında Suudi Veliaht Prensinin yakın korumaları, Suudi Adli Tıp Kurumu Başkanının da bulunduğu istihbarat ve asker kökenli 15 kişi, Kaşıkçı’nın randevu saatinden yaklaşık bir saat önce Konsolosluğa geliyor. Nişanlısı ile birlikte gelen Kaşıkçı, içeriye alınmayan Türk vatandaşı nişanlısına, belli bir saate kadar çıkmaması halinde haber vermesini istediği kişilerin adlarını vererek Konsolosluğa giriyor. Kaşıkçı’nın girişinde faal olan Konsolosluk kameraları her nedense bu noktadan itibaren kayıttan çıkıyor.

Kaşıkçı’nın Konsolosluğa girmesinden yaklaşık iki saat sonra olağan dışı bir araç hareketliliği yaşanmaya başlıyor. Camları siyah film kaplı bir minibüs Konsolosluk binasından, Başkonsolosun konutuna giderek kapalı garaja giriyor. Gün içinde Konsolosluktan ayrılan çok sayıda araç ayrı istikametlerde şehir turu yaparak bir şaşırtma operasyonu gerçekleştiriyor.

Suudi Arabistan’dan gelen ekip, aynı gün akşam saatlerinde iki özel uçak ve tarifeli seferle yine üç grup halinde Türkiye’den ayrılıyor. Ekibin ayrılmasından sonra konutuna geçen Başkonsolos, üç gün boyunca evinden dışarı çıkmıyor.

Devamını Oku

‘Bir gece ansızın gelebiliriz...’

15 Ekim 2018

“Başarı istenmediği yere gelmez...”

Arnold Palmer

2 Eylül günlü yazımızda yer verdiğimiz “Eylül ayında Fırat’ın Doğusu ile ilgili Türkiye’nin yanı sıra Rusya ve İran’ın da dahil olduğu açıklamaların yoğunluğu, önümüzdeki süreçte ABD’nin bölgedeki varlığı ve PYD’ye Suriye’nin geleceğinde biçtiği role ilişkin tartışmaların tırmanma eğilimine gireceğini gösteriyor.” görüşümüz Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’un açıklamaları ile beklenenden daha çabuk doğrulanmış bulunuyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 12 Ekimde Isparta’da, uzman erbaş komando temel kursiyerleri bröve takma töreninde yaptığı konuşmada; “İnşallah, çok yakında bugün burada brövelerini takan komandolarımızın da desteğiyle Fırat’ın doğusundaki terör yuvalarını da darmadağın edeceğiz.” sözleri ile zamanı daraltarak çok anlamlı bir mekanda hedef gösterirken RF Dışişleri Bakanı Lavrov’da hedefin kapsamını genişletmiş görünüyor.

Lavrov Paris Match, Le Figaro ve RT France televizyonuna yaptığı açıklamalarda; “Fırat’ın doğusunda, kesinlikle kabul edilemeyecek şeylerin olup bittiği muazzam büyüklükte topraklar var. ABD bu topraklarda, Suriyeli müttefikleri, başta Kürtler olmak üzere bir sözde devlet kurmak amacıyla çalışıyor.” sözleri ile gecikerek olsa da ABD-PYD işbirliğinin amaç ve adını en sonunda koymuş bulunuyor.

Her iki açıklamanın zamanlamasındaki örtüşme, yaşanan başka gelişmelerle birlikte değerlendirildiğinde yakın gelecekte Fırat’ın doğusunun hareketleneceği sinyallerini veriyor.

Bu gelişmelerden birincisi Esad rejimi ile PYD arasında özerklik ve petrol/doğalgaz yataklarının ortak işletilmesi konusunda bir süredir yürütülen gizli görüşmeler, ikincisi ise Rahip Brunson’un tahliyesi sonrası oluşan görece olumlu atmosferin ABD’nin olası bir harekata vereceği tepkiyi sınırlaması ile Münbiç’te, Türkiye-ABD ortak devriye eğitim faaliyetlerinin planlanandan çok sonra dahi olsa başlaması...

ABD’nin Tişrin/Tabka barajları ve bölgede elektrik üreten üç enerji santralinin bulunduğu ayrıca son dönemlerde Hamam dağı yakınlarında haberleşme merkezi görüntüsü altında devreye aldığı dinleme istasyonu ile giderek yerleştiği ve YPG’ye desteğini sürdürdüğü Münbiç’teki pozisyonunu değiştirmeyeceği düşünüldüğünde Türkiye’nin önündeki opsiyon, uluslararası hukuk bağlamında kimsenin itiraz edemeyeceği, Süleyman Şah Türbesini geçici olarak getirildiği Türkiye sınırına mücavir Eşme köyünden eski yeri olan sınırımıza 37 kilometre uzaklıkta Münbiç-Karakozan köyünde Türk topraklarına taşımaktır.

Devamını Oku

Kaşıkçı ve Ecyad Kalesi

11 Ekim 2018

“Can sıkmanın sırrı her şeyi anlatmaktır.”

Voltaire

İstanbul’da, Suudi Arabistan Konsolosluğuna girdikten sonra buharlaşan ve başına ne geldiği mutlaka açığa çıkacak Cemal Kaşıkçı her nedense bize yakın geçmişte buharlaşan başkaca şeyleri anımsattı. Örneğin 1781 yılında Kabe-i Mükerreme’yi asi kabileler ve bedevilerden korumak üzere Osmanlılar tarafından Mekke’de inşa edilen Ecyad (al-Ajyad) kalesinin 2002 yılında bir gecede buharlaşması gibi...

Mekke’de, Osmanlı döneminden kalma son eserlerden birisi olan Ecyad kalesi, Suudilerin Osmanlı izlerini bilinçle silme politikasının kurbanı olmuş, Türkiye ve UNESCO’nun tepkilerine rağmen bir gecede buldozerlerle yıkılarak yerine lüks oteller, iş merkezleri ve rezidanslar (Zem Zem Tower) yapılmıştı. Hem de yıkılan kalenin aslına uygun olarak yeniden inşa edileceğine ilişkin Türkiye’ye verilen söz yerine getirilmeyerek...

Ecyad kalesinden Suudiler niçin rahatsızlık duydular diye merak edilecek olursa, tarih bize şunları söylüyor. Mekke Emiri Şerif Abdülmuttalib, 1850 yılında Osmanlı’ya isyan ederek Taif ve ardından Mekke’yi işgal eder. Ecyad kalesinde konuşlu Osmanlı askerleri bir gece baskını ile Şerif Abdülmuttalib’i yakalayarak İstanbul’a gönderirler. Ancak Şerif, peygamber sülalesinden geldiği için diğer isyancılar gibi “başı vurulmaz”, ev hapsine mahkum edilir ve isyan bastırılır.

Emir Şerif’i yakalayan askerlere kışla görevi yapan Ecyad Kalesi’nin aradan yaklaşık 150 yıl geçtikten sonra yıkılmasının arkasında böylesine ilkel bir intikam duygusu vardır.

Ne var ki Osmanlı’nın izleri Mekke’de yalnızca Ecyad kalesi ile sınırlı değildir. İkinci Abdülhamid’in, hac farizasını yerine getirmek için Mekke’ye gelen fakir hacıların konaklamaları için yaptırdığı ve Cervel Kalesi olarak anılan bir misafirhane vardır. Bu misafirhane de Suudilerin hışmından kurtulamaz ve yerine otopark yapılır.

Sıra her yıl yüzbinlerce müslümanın ziyaret ettiği Kabe’nin çevresini kuşatan, projesini Mimar Sinan’ın yaptığı, Kanuni Sultan Süleyman döneminde Mimar Mehmet Ağa tarafından inşa edilen (1590) revaklara gelir. Alan genişletme gerekçesi ile revaklar 2012 yılında sökülür. Ancak dönemin Başbakanı Erdoğan’ın ricası üzerine restore edilerek eski yerlerinden 20 metre geriye yeniden monte edilir (2016).

Devamını Oku

Yalan rüzgarı…!

9 Ekim 2018

“Kurtlarla arkadaş ol, yalnız baltayı elinden bırakma.”

Rus atasözü

Amerikalı yetkililer, Münbiç’te YPG’lilerin çok büyük bir bölümünün kent merkezi ve çevresinden ayrıldıklarını açıkladıklarına göre, AA’nın basına servis ettiği fotoğraflarda görülen yaklaşık 30 km uzunluğundaki hendekleri herhalde uzaylılar kazmış olmalı.

Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ve ABD’li mevkidaşı Pompeo arasında 4 Haziran’da varılarak açıklanan mutabakata göre YPG’nin Münbiç’i 4 Eylül itibarı ile tümüyle terk etmiş olması gerekirken basına yansıyan hendek ve siperler ABD’nin doğruları söylemediği ve YPG ile işbirliğinin çok açık bir kanıtı.

Bu noktada akla gelen soru, YPG’nin bir ay önce terk etmiş olması gereken Münbiç’te kalıcılığını belgeleyen önlemlere niçin başvurduğu ve ABD güçlerinin hangi nedenlerle buna izin verdiğidir.

Aslında zaman tünelinde biraz geriye gidildiği ve ABD’li asker yetkililerin YPG ile ilgili açıklamaları anımsandığında bu sorunun yanıtı kendiliğinden ortaya çıkmakta ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Münbiç konusundaki ikazları haklılık kazanmaktadır.

1 Şubat 2018’de, bölgeden sorumlu CENTCOM Komutanı General Votel bir açıklama yaparak, “Küresel toplum DEAŞ’la mücadelesi nedeniyle YPG’ye minnettar olmalıdır” diyerek PKK’nın Suriye izdüşümü terör örgütünü legalize etmenin ötesinde neredeyse kutsanmış ve Batı kamuoyunda oluşturmak istediği sempati ağının odağına yerleştirmişti.

Türkiye’nin Afrin’e yönelik harekatı (Zeytin Dalı) sırasında Irak’ta, ABD güçlerinin en üst rütbeli komutanı General Funk ise YPG’yi kast ederek; “DEAŞ’la mücadelede partnerlerimizin dikkatlerinin dağılmasını istemiyoruz” sözleri örgüte doğrudan destek vererek sahip çıkarken harekata da dolaylı olarak karşı çıkmıştı.

Devamını Oku

İran’da neler oluyor..?

4 Ekim 2018

“Yarasanın gözü gündüz görmüyorsa, güneşin ne günahı var bunda?”

Sadi Şirazi

Yaklaşık bir milyon kişinin hayatını kaybettiği İran-Irak Savaşı’nın 38’nci yıldönümü törenlerinde (22 Eylül) Ahvaz’da dört saldırganın şeref tribünü ve geçit yapan askerlere ateş açması sonucu 12’si Devrim Muhafızı 25 kişinin ölmesi, onlarca kişinin yaralanması İran’da kendi türünde gerçekleşen ilk eylem olmakla birlikte geçmişte esin kaynağı oluşturan örneklerini anımsamamız gerekiyor.

6 Ekim 1981 günü Arap-İsrail Savaşları’nın yıldönümü törenlerinde (Kahire) resmi geçit sırasında bir grup asker araçlarından inerek şeref tribününe ateş açmışlar, Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat saldırıda hayatını kaybetmişti.

8 Haziran 1996’da Tunceli’de, bayrak töreni sırasında kendisine hamile süsü veren PKK’lı bir intihar bombacısı (Zilan kod Zeynep Kılan) askerlerin arasına dalarak kendisini patlatmış, saldırıda 8 askerimiz şehit olmuş, 29’u da yaralanmıştı.

Ahvaz’daki saldırı kopya bir eylem olmakla birlikte İran’da gerçekleşmesi gerek ön istihbarat, hazırlık ve lojistik açılardan gerekse yakın geçmişte yaşanan bir dizi olayla birlikte değerlendirilmesi gereken bir özellik taşıyor.

Öncelikle İran’ın petrol zengini Kuzistan eyaletinin yönetim merkezi Ahvaz ve DEAŞ’la birlikte eylemi üstlenen Al Ahvaziye adlı örgütün özelliklerine bakıldığında Tahran’ın niçin kimi ülkeleri işaret ederek suçladığı daha anlaşılır olmaktadır.

Çünkü Ahvaz; Şia ve Farsların baskın olduğu İran’da Ahvazi olarak anılan Sünni Arapların yaşadığı ve öteden beri İran’dan ayrılmayı savunan Ahvaz Halkı Demokratik Cephesi’nin (Al Ahvaziye) faaliyet gösterdiği, etnik ve mezhepsel açılardan farklılığı nedeniyle öteden beri Suudi Arabistan ve BAE’nin ilgi odağında bir kent.

Devamını Oku