Uzaklardan...

Haberin Devamı

UNESCO’daki görevim dolayısıyla Uzak Doğu ülkelerine bir gezi yapmam gerekiyor. Bu bakımdan uzunca bir süre Türkiye’de olamayacağım.

Buna bir de yeni roman için bir yerlere kapanma süresini eklediğinizde, epeyce uzayacak bir seyahat bu.

Ama bildiğiniz gibi seyahat insanın zihnini açar, yeni yerler görmek, yeni insanlar tanımak düşüncelerinizi zenginleştirir, bir burgu gibi aynı noktada dönüp durmazsınız.

Ne diyordu Mevlana:

“Yeni görmekle elem ve utanç kalkar/

İnsan her dem yeniden coşar.”

Derviş Yunus da ona cevap veriyordu:

“Yeni sabah, yeni akşam yeni hal/

Yeni devran, yeni dem, yeni visal.”

İnsan uzun süre yurt dışında kalınca, ülkesini dünü ve yarınıyla birlikte kavrar, daha doğru bir yere oturtur. Oysa içeride, gündelik kavga gürültü, düşünmek için gerekli olan sükuneti yok eder. Ayrıntılara, incir çekirdeğini doldurmayacak konulara takılıp kalma olasılığı çok yüksektir.

***


İstanbul’dan gece yarısı kalkan jet uçağında on saat otururken, yani o müthiş hızlı aracın içindeki kıpırtısız kalma çelişkisini yaşarken, gelişigüzel kullandığımız kavramların, bilinçaltımıza nasıl işlenmiş olduğuna takıldı aklım.

Yazının başında kullandığım “Uzak Doğu” bunlardan biri; aynen Orta Doğu, Yakın Doğu gibi.

Bu ülkeler kime göre uzak, kime göre yakın, kime göre orta?

Osmanlıların, kendi idareleri altındaki topraklara “Orta Şark” dediğini hiç sanmıyorum. Herhalde bu kelimeleri İngiliz siyaseti yerleştirdi kafalarımıza.

Aslında, ağzımızdan çıkan her kelime üstünde düşünsek, böyle neler buluruz neler! Birtakım kelimeler, birtakım zamanlarda para gibi “tedavül”e sürülüyor. Bir süre sonra bütün dünya kullanmaya başlıyor o kavramları. Böylece bilinçaltımıza tohumlar ekiliyor, simgeler yerleştiriliyor.

Bunun son örneklerinden birisi İngilizce “loser” kelimesi. Kaybeden anlamındaki bu kelime Türkçe’ye de “ezik” olarak girdi, yaygın olarak kullanılıyor.

Hayatı; kazananlar ve kaybedenler (yani para kazananlar ve kazanamayanlar) diye okuyan kapitalizm, zengin-fakir ayrımını tehlikeli bulduğu için fakirlere “kaybedenler” demeye başladı.

Bunun altındaki temel mantık; “Birileri daha zeki olduğu için kazanmış, aptallarsa kaybetmiş. Yapacak birşey yok. Aptallıklarına doymasınlar” demektir ve devamı da şöyle gelir: “Altta kalanın canı çıksın.”

Gençliğin büyük bölümünün böyle düşündüğünü biliyorum. Aslında ilkel bir ayrım bu ve hayatın gerçeğine uygun değil.

Düşünelim bakalım; “Herşeyi kaybeden herşeyi kazanır” diyen ve çarmıhta can veren Hz. İsa bir “loser” mıydı?

Kalvinizm’e dayanan Hristiyan-kapitalist ahlak, kendi peygamberini bile (bizdeki kullanımıyla) “ezik” olarak suçlayacak bir noktaya mı geldi?

Bu mantığa göre; milyarder emlakçı Donald Trump, alçakgönüllü bir öğretmen maaşıyla yaşamış olan Einstein’dan daha mı değerli? (Konuyu anlatmak için iyice abartılı bir örnek verdim ama yine de o tuhaf saçlı adamın adını, Einstein’la aynı cümlede kullanmak rahatsız etti beni. İzafiyetin bu kadarı da fazla doğrusu.)

İşte bunlar ve daha birçok şey geçti aklımdan, yedi yıldır kafamda kurmakta olduğum romanı düşündüm ve THY uçağının tekerlekleri, (İngiliz siyasetine göre) dünyanın uzak bir noktasına konduğu anda yeni bir hayat başladı.

NOT: Cuma günü bu köşede yayınladığım ve aydın-iktidar ilişkilerini irdelediğim, aydınların her dönemde, bırakın hükümetleri, kamuoyu baskılarına bile “muhalif” kalmaları gerektiğini anlatan yazım aslında yeni değil. Bu yazıyı 25 yıldır değişik iktidarlar döneminde tekrarlarım ve hep birileri rahatsız olur. (Bu sefer seyahatte olduğum için, kimse oldu mu olmadı mı bilemiyorum.) Bunun sebebi; asker idaresi altındayken de; Demirel, Özal, Ecevit, Yılmaz, Erbakan, Çiller vs. dönemlerinde de durumun değişmediğidir.

Ne demiş Neyzen:

Mesele; o iktidar bu iktidar, o aydın bu aydın değil, evrensel bir ilkedir: Aydın vicdanı muhalif olur.

Uzak Doğu, Uzak Batı (!) her yerde böyledir bu.

DİĞER YENİ YAZILAR