Edebiyatta diktatörler

Haberin Devamı

EDEBİYAT NOTLARI- 34

Bu başlığın akla hemen Güney Amerika edebiyatını getirdiğinin farkındayım, çünkü 20. yüzyılda diktatörler hakkında en fazla roman bu kıtada yazıldı ama kavramı biraz daha genişletirsek tiran, imparator, kral, sezar, şah, hakan adı altında bütün iktidar sahiplerinin edebiyatın ilgi alanı içinde olduğunu görürürüz. Mesela Shakespeare’in eserlerinin çoğu iktidar konusu üzerine yazılmıştır.

“Çünkü mutlak gücü elinde tutan, milyonların hayatına yön veren, savaş açan, barış yapan, kullarını öldürme yetkisini elinde bulunduran, hatta tanrı mertebesine yükseltilen bu fani kişilerin ruh dünyası edebiyat için vazgeçilemeyecek derecede önemli bir konudur.”

Bugünkü aklımızla, düşünce koşullarımızla anlayamayacağımız kadar büyük bir güçtür bu. Öylesine ki, kocası Kral Henry tarafından kafası kestirilen Ann Boleyn, başı kütükteyken ve celladın satırı boynuna inmek üzereyken bile krala dua etmekte, ona uzun ömür dilemektedir. Çünkü kralın öldürme yetkisini doğrudan doğruya tanrıdan aldığına bütün kalbiyle inanmaktadır. Madem ki kral onun hayatını sona erdirmeye karar vermiştir, demek ki bu işte sıradan insanların anlayamayacağı kadar önemli bir hikmet vardır ve öbür dünyayı kazanmak için bu ilahi iradeye karşı gelmemek gereklidir.

Kralın çok yakını olan Bakan Cromwell de aynı kaderi paylaşırken kralına teşekkürler etmiştir çünkü “yakın dostu” ona büyük bir lütufta bulunarak sadece başını kestirmekle yetinmiş, o dönemin idam yöntemleri olan, daha canlıyken barsaklarının yere dökülüp yakılması vs. gibi korkunç işkenceleri uygulatmamıştır. Bunun için ona minnet doludur.

Roma’da, Bizans’ta, Osmanlı’da da aynı bağlılığa rastlanır. İktidar sahibi kutsal bir kişidir ve herşeyi yapmaya hakkı vardır. Bu akıl dışı iktidar, hem baştaki kişiyi çıldırtır hem de insan denilen canlı türündeki bu “mutlak reis” gereksinimini araştırmak için edebiyatçılarda merak uyandırır.

Bu alanda aklıma hemen gelen birkaç romandan söz edeyim: İngiliz şair ve romancısı Robert Graves’in Ben “Claudius” adlı romanını her zaman bir başyapıt olarak görmüşümdür. Bir Roma imparatorunun iç dünyası ancak bu kadar anlatılabilir.

Güney Amerika edebiyat geleneğinde Asturias’ın “Başkan” romanı çok ünlüdür ama doğrusu pek beğenmem. Bir türlü başarılı bir roman olarak görememişimdir “Başkan”ı.

Buna karşılık Gabriel Garcia Marquez’in, “en başarılı romanı” olarak nitelediği “Başkan Babamızın Sonbaharı” gerçek bir başyapıttır. Marquez bu romanın “Yıklımış bir başkanlık sarayında başıboş gezen inekler arasında kalmış bir diktatör” imgesiyle başladığını söyler. Mario Vargas Llosa’nın “keçi” lakaplı diktatör Trujillo’yu anlattığı roman da güzeldir doğrusu.

Doğu dünyası, daha çok iktidar sahiplerini övme, methiyeler yazma geleneğine sahiptir. Bu yüzden “diktatör romanı” dediğimiz tür pek yaygın değildir.

Buna rağmen Türk edebiyatında Osmanlı sultanlarını anlatan romanların, oyunların sayısı ve değeri hiç de azımsanamaz. Çünkü Osmanlı saray trajedilerinin, Shakespeare’in anlattıklarından daha zengin olduğu kuşku götürmez.

Özellikle Kanuni Sultan Süleyman’ın, büyük oğlu Şehzade Mustafa’yı boğdurtması; tahtı bırakmak istediği Şehzade Cihangir’in ise üzüntüden ve korkudan ölmesi öyle büyük yankı yapmıştır ki, Avrupa’da bile bu konuda pek çok operet, şiir, halk hikâyesi yazılmıştır.

Bugünlerde yargılanmaya başlanan Kenan Evren, yakın tarihimizin en popüler diktatörü. Okurlar ve eleştirmenler “Son Ada” romanımdaki emekli diktatörün, Evren’e çok benzediğini söylüyorlar. İtiraf etmeliyim ki bana da öyle geliyor. Mutlak iktidar konusunu, “Engereğin Gözü” romanında da ele aldığıma göre demek ki bu konu benim de vazgeçilmezlerim arasında.

Tarih ve coğrafya farkı gözetmeden bütün insanlığın, kendine bir diktatör bulup ona körü kürüne bağlanmak gereksiniminin temeli nedir acaba? İçgüdüsel bir davranış mı, yoksa öğrenilmiş bir şey mi?

Anlamak için uğraşmaya değmez mi?

DİĞER YENİ YAZILAR