2011 TÜYAP Kitap Fuarı konuşması

Haberin Devamı

EDEBİYAT NOTLARI-17

Hoş geldiniz. Bu kadar yoğun bir trafikle ulaşılabilen kitap fuarına gelerek pazar gününü burada geçirmeyi göze alan ve bu kalabalık söyleşimize katılan kitapseverlere teşekkür ederim.

Sizlerle birlikte olmak benim için büyük bir mutluluk. Çünkü bir roman yayınladığınız zaman o kitabı kimler okuyor, kimler ondan etkileniyor, anlamıyorsunuz. Gelen e-mailleri okumak hoş oluyor ama hiçbir okurun yüzünü göremiyorsunuz. Oysa insanların yüzüne bakmak, o yüzlerdek ifadeleri görmek bambaşka bir şey.

Bugün edebiyat konuşacağız. Ben önce sözün gücünden başlamak istiyorum: Hiç kuşkunuz olmasın söz, dünyanın en güçlü aracıdır. Neden böyle düşünüyorum biliyor musunuz? Tarih boyunca bütün kavimler, bütün topluluklar, kısaca insan soyu kendisini sözle ifade etmiş. Elbette müzik, resim, daha doğrusu bütün sanat dalları çok önemli ama söz sanatları öne çıkıyor. Bütün inanışlardaki kutsal kitaplar insanlığa yazı biçiminde ulaştırıldığına göre, demek ki dinlerin bile kendilerini anlatmak için kitaplara ihtiyacı var. Tanrı kendini, başka bir yolla değil, kitapla anlatıyor. Anadolu’da kitaplı-kitapsız ayrımı yaparlar. Bunu başka anlamda kullanıyorlar; kitapsız, dinsiz anlamına geliyor. Ne amaçla söylenirse söylensin doğru bir söz. En geniş anlamıyla ele alırsak kitaplı ile kitapsız bir olmuyor. Siz iyi ki kitaplılar sınıfındasınız.

Biliyorsunuz Yuhanna incil’i, “Başlangıçta söz vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi ve söz Tanrı’ydı’’ diye başlar. Kuran’da, “Yaratan Rabbinin adıyla oku/O rab ki kalemle yazmayı öğretti’’ denir. Bütün eski destanlara, epopelere bakın: Yazının bulunduğu andan itibaren insanoğlunun kanında akan, fikrini çelen en önemli şey söz sanatıdır. Yazıdan önce de şifahi olarak söylenmiştir bu destanlar. Ama yazı, tek tanrılı dinler için ön koşuldu. Bu yüzden ehl-i kitap kavimler ortaya çıktı.

Söz sanatları çeşitli dallara ayrılıyor ama en gelişmiş biçimi de romandır. Romanlar üzerine dünyada çok tartışılıyor, “roman nedir, nasıl yazılmalıdır” diye

Biraz önce şu merdivenlerden çıkarken yayınevimizin yöneticisi Deniz Hanım‘la konuşuyorduk. Ona Schoppenhauer’den sözler aktardım: “Ortalık o kadar çok sayıda külüstür kitapla dolu ki, okuyucular ne yapıp da doğru-dürüst olanı seçebilsinler. Binlerce eser içinde nasıl doğrusunu bulsunlar?’’ Schoppenhauer bunu yakşalık yüz elli yıl önce yazıyor. Bugünü görseydi iyice şaşırırdı. Çünkü her önüne gelenin kitap yazdığı bir çağda yaşıyoruz. İnsanlar kendilerini ifade etmek istiyorlar. Buna kimse engel olmaz. Geçenlerde bir gazeteci arkadaşım dedi ki: “Ben henüz kitabımı yazmaya vakit bulamadım.” Bunu bir gereklilik olarak görüyor. Ona göre herkes mutlaka bir kitap yazmalı. Elbette bu durum ortalığı çok bulandırıyor.

Jean-Jacques Rousseau’yla ilgili güzel bir anekdot aklıma geldi. Konumuzla ilgili, ilginç bir anekdot. Jean-Jacques Rousseau o dönem için alt tabakadan sayılan bir hizmetçi kızla evlenmişti. Kadının adı Therese idi. Jean-Jacques Rousseau öldükten sonra da o hanım bu ünlü şahsiyet hakkında bir kitap yayınladı. Kitap yayınlandıktan sonra Paris’in entelektüel çevreleri ki her yerdekiler gibi çok acımasızdırlar. Şöyle yazılar yazmışlardı: “Zavallı Jean-Jacques Rousseau kıza yazı yazmayı öğretmiş ama okumayı öğretmemiş.”

Jean-Jacques Rousseau deyince bir de parantez açayım. Çok ilginç bir parantez. Jean-Jacques Rousseau’nun babası Isaac Rousseau, Osmanlı Sarayı’nda padişahın saatçisidir (Gerçi anılarının bir bölümünde sarayın saatçisi olduğu, başka bir bölümünde ise Galata’da saatçilik yaptığı yazılıdır ama biz yine de birinciyi kabul edelim). Dolayısıyla Jean-Jacques Rousseau da bir dönem burada yaşıyor. Kitaplarına temel oluşturan felsefeyi, yani insan haklarına dayalı, etnik çeşitliliği savunan ve o dönemin zihniyetini altüst eden fikirleri, çok kültürlü Osmanlı’dan almış olabilir mi? Bu da araştırılması gereken ilginç bir konu.

Evet, Paris aydınları, “Neden yazmayı öğretmiş ama okumayı öğretmemiş?’’ diyorlar. Bu duruma ben de rastlıyorum. Yazmak isteyen çok insan var ama genellikle okuma düşkünü insanlar değil bunlar. Okuma yazma, cümle, noktalama biliyor, kafasında bir hikâye de var, benim hayatım bir roman diyor. Başımdan geçenleri anlatayım diye kitap yazıyorlar.

Bazen e-mailler alıyorum. Diyorlar ki: “Ailem hakkında size öyle şeyler anlatacağım ki tüyleriniz diken diken olacak. Siz Serenad’ı yazmışsınız ama anlatacaklarım sizi dehşete düşürecek.” Bizler de hikâye avcısı olarak, göndermelerini istiyoruz. Gelenlerin çoğu, herkesin bildiği sıradan hikâyeler.

Unutmayalım ki; okumak, yazar olmanın bir numaralı okuludur. Yazarlığın, diğer dallar gibi okulu yok. Amerikalılar ilerletilmiş yazı kursları vs. yapıyorlar, her şeyin kursunu yaptıkları gibi. Batıda herşeyin bir kursu vardır. Mesela “Asansöre binme kursu” diye bir şey duydunuz mu? Gerçekten vardır. Bazı insanlarda asansör fobisi varmış, binemezmiş, onu yenmek için eğitim alıyor. Devlet bunun parasını ödüyor. El sıkışma kursları var, bazıları el sıkamazmış, bunun da kursu var. En son duyduğum kursa çok fiyakalı bir isim koymuşlar: “Sosyal sendromdam kurtulma kursu.” Hani bizim bildiğimiz utangaçlık durumları var ya, ondan kurtulmak için kursa gidiyorsunuz. İlaç firmaları da bu durumu bir hastalık olarak ilan edip ilaç çıkarmışlar. İnsanlar da bu hastalıktan kurtulmak için doktora, kursa gidiyor, ilaçlara etek dolusu para döküyor. Böyle bir dünyada hiç yazarlık kursu olmaz mı? Amerikalılar yazma kursları da açmışlar. Ama yazar olmayan birisine yazmayı öğretmek mümkün değil. Dostyoveski’ye Nazım Hikmet’e, Yaşar Kemal’e kim öğretti yazmayı? Hatta tam tersine, yazmasınlar diye binbir engel çıkarıldı önlerine. Hapishanelere atılmış insanlar mum ışığında bir şeyler bulup yazdılar. Edebiyat kursunda ne öğrenebilirsiniz ki. Dediğim gibi yazmanın birinci kuralı okumaktır. Okumak zihninizi açıyor. Bir edebiyat ırmağı akıyor beyninize ve gönlünüze. Homeros’lardan başlayan bir nehir.

(Devamı gelecek pazar)

DİĞER YENİ YAZILAR