Çeviri

Haberin Devamı

EDEBİYAT NOTLARI-16

Uygarlıkların tanışması için birbirlerinin kitaplarını okumaları şart. Bu da ancak çeviri yoluyla sağlanabildiği için edebiyat tarihinin en önemli konularından birine dokunmak üzereyiz. Eğer çevirmenler olmasaydı dünya edebiyat ve düşüncesinin en önemli eserlerinden yoksun kalırdık. Bir insan en çok kaç dilde eser okuyabilir ki.

(Nurullah Ataç yabancı dil olarak sadece, tek bir gelişmiş Batı dilini öğrenmenin yeterli olacağını söylerdi. Nasıl olsa bütün dünya kaynakları bu dile doğru dürüst tercüme edildiği için, başka dllerle uğraşmanın zaman kaybı olduğunu savunurdu.)

Çeviri dediğim zaman aklıma o kadar çok anekdot hücum ediyor, o kadar çok düşünce geliyor ki, bunları sıraya koymakta güçlük çekiyorum.

Kararsızlığa kapıldığım için lafı dolandırıp duruyorum ama madem bir kere başladık; Ruslar‘ın şu zalim sözünü hemen aktarayım, olup bitsin. Çünkü kadın konusundaki yargısına katılmasam bile, çeviri konulu bir yazıda görmezden gelemeyeceğim bir söz bu.

Ruslar der ki: “Çeviri kadın gibidir, güzeli sadık olmaz, sadığı güzel olmaz.”

Belki bu söz kadınlara haksızlık yapıyor ama çeviri konusunda, gerçek bu. Eğer bir kültürün oturmuş kavramlarını, bambaşka bir kültüre olduğu gibi çevirirseniz ortaya saçmalık çıkar. Çünkü önemli olan dilden dile değil, kültürden kültüre çevirmektir.

Yıllar önce okuduğum bir yazıda, şimdi adını hatırlamadığım bir yazar İngilizce’deki “bull” kelimesiyle İspanyolca’daki “toro” kelimesini karşılaştırıyor ve ikisi de “boğa” anlamına gelen bu kelimelerin, iki dildeki farklı anlamına vurgu yapıyordu. “İspanyolca’da toro aşkı-ihtirası-kanı-ölümü-kaderi çağrıştırır, İngilizce’deki bull ise çayırlarda otlayan sakin bir hayvanı” diyordu.

Zaten iyi çevirmenler, eseri kendi ana dillerinde tekrar yaratırlar. Biz bu açıdan talihli bir ülkeyiz. Çünkü şairlerimiz, yazarlarımız çeviri işine eğilmiş ve bazen orijinalinden bile daha güzel çevirlere imza atmışlar: Sabri Esat Siyavuşgil, Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol, Azra Erhat, Orhan Veli, Can Yücel, Hasan Ali Ediz, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Rasih Güran, Burhan Arpad, Kamuran Şipal, Nihal Yeğinobalı, Ataol Behramoğlu, Ülkü Tamer, Murat Belge, Özdemir İnce, Cevat Çapan, Seçkin Selvi Cılızoğlu, Zeynep Avcı, Celal Üster, Fatih Özgüven, İnci Kut bir çırpıda aklıma gelen büyük çevirmenler (Unuttuğum çoktur, beni affetsinler).

Sabri Esat’ın Cyrano, Can Yücel’in Shakespeare soneleri, Melih Cevdet’in Edgar Allan Poe’dan Annabel Lee’si, çevirinin unutulmazları arasına girmiştir.

Ama bu yetkin örneklerin yanında dili bilmeden, kültüre hakim olmadan kafa göz yararak yapılmış öyle çeviriler vardır ki, insana saçını başını yoldurur. Üstelik bunlara üniversite kitapları arasında bile rastlanır.

Çeviri konusunda İtalyanlar’ın da kışkırtıcı bir sözü vardır, “Traduttoritraditori” derler. Yani “Çevirmenler haindir.”

İnsanı isyan ettirecek kadar zalim bir söz ve neden böyle söylediklerini de anlamak zor.

Ama İtalya’da bir çevirmenin istemeden hainlik yapabileceğinin en büyük kanıtına rastladım. Bir Roma gezisinde Michelangelo’nun Musa heykelini görmek istemiştim. Ustanın elinden çıkan heykel gerçekten de yürüyecekmiş gibiydi ama dikkatimi çeken tuhaf bir özelliğe sahipti. Michelangelo, peygamberin başına iki boynuz yerleştirmişti. Boynuzun şeytana ait bir simge olduğu bilindiğinden, Musa’nın başındaki boynuzlara anlam verememiş ve işin aslını öğrenmeye çalışarak İtalya’daki dostlarıma bunun sebebini sormuştum. Doğru dürüst bir cevap almam uzun sürdü. Hem de aradığımı Roma’da değil, İstanbul’da buldum. İbranice bilen bir ahbabım bana işin aslını anlattı.

Meğer Tevrat’ı İbrance’den Latince’ye ilk kez çeviren adam, bir kelimede büyük bir yanlışlık yapmış. İbranice’de “güneş ışını” ile “boynuz” kelimeleri birbirine çok benzermiş. Çevirmen iki kelimeyi karıştırarak “başında güneş ışınıyla yürüyen Musa” yerine, “başında boynuzlara yürüyen Musa” demiş. Zavallı heykeci de bu çeviri yanlışlığına kurban gitmiş mi demeli, yoksa koskoca peygambere yapılan muameleye mi üzülmeli, bilemiyorum.

Bu hatalara rağmen dünya, çevirmenlere çok şey borçlu. Yunan felsefesini Araplar’a, oradan da Latince’ye aktaran, dünyayı kaynaştıran, etkileyen, edebiyat akımları yaratan insanlar, hep bu işe gönül vermiş olan çevirmenler.

Şimdi işin başka bir yönüne değinelim: 19. yüzyılda, herkesin konuştuğu dil anlamında kullanılan “lingua franca” deyimi Fransızca’yı işaret ederdi. Çünkü entelektüel dil oydu. Zamanla bu iş değişti ve günümüzün lingua franca’sı İngilizce oldu.

Bu yaygınlığın ekonomiyle ve dünyaya egemen olmakla ilgisi olduğu belli. Düşünsenize; Amerika, Britanya ve Avusturalya’nın toplam yıllık geliri yaklaşık 18 trilyon dolar. Aynı zamanda bilgisayar ve iletişim dahil olmak üzere bütün ileri teknoloji ürünlerine hükmediyorlar. Dolayısıyla ana dilleri tarihte hiçbir zaman görülmemiş bir güçle dünya dili oluyor.

Bu açıdan İngilizce yazan romancılar, şairler şanslı. Çünkü kitapları basıldığı anda bütün dünyada görücüye çıkıyor. Türkçe gibi diller ise ne yazık ki kendi içine kapalı.

Size bir soru sorayım: Batı’da en çok tanınan şairimiz Mevlana. Buna karşılık Yunus Emre, Şeyh Galip, Baki hiç tanınmıyor. Acaba bunun sebebi ne? Mevlana ile Yunus Emre arasında kalite uçurumları mı var ki birisini bütün dünya biliyor, ötekinden ise habersiz?

Bu sorunun çok basit bir cevabı var: Mevlana Farsça yazdığı için dünya dillerine çevrildi, Yunus Emre ise Türkçe’nin içine hapsoldu.

Çünkü Farsça, özellikle Goethe’nin merak sarmasından, Fars şairlerini okumak için Farsça öğrenmesinden, “Batı-Doğu Divanı”nı yazmasından sonra dünya çapında bir edebiyat dili oldu.

Bugün bazı yazarlarımızın kitapları, çeşitli dillere çevriliyorsa bunun nedeni, önce New York’ta yayınlanmış olmalarıdır. Çünkü nasıl Anadolu’dan tüccarlar İstanbul’a gelip, toptancıdan mal alır ve “kamyon yaparlarsa”, dünya yayıncıları da New York’a ya da kitap fuarlarına gidip kitap seçiyor. İsterse yeni bir Tolstoy, yeni bir Shakespeare olsun, o parlak vitrinde yer almayan bir yazarla hiç kimse ilgilenmiyor.

Çeviri konusunda bir deneyimim de şu: Tek bir harfini bile okuyamadığım egzotik dillerde yayınlanmış olan kitaplarım elime ulaştığında ister istemez bir tedirginlik yaşıyorum. Mesela Endonezyaca, Korece, Çince... Kimbilir nasıl çevirdiler, neyi nasıl aktardılar? Üstünde benim adım yazıyor ama ben onu bile okuyamıyorum. Çevirmenleri de bilmiyorum.

Neyse, yine de iyidir herhalde.

Karadenizli tavukçunun “Tavuk Çevirme” tabelasına yazdığı “chicken translation” gibi değildir.

DİĞER YENİ YAZILAR