Çöl kumu

1960'lı yıllarda Ankara bir dolmuş cennetiydi. Önünüzden vızır vızır geçen dolmuşlardan birine atladınız mı istediğiniz yere çabucak giderdiniz.

Haberin Devamı

1960'lı yıllarda Ankara bir dolmuş cennetiydi. Önünüzden vızır vızır geçen dolmuşlardan birine atladınız mı istediğiniz yere çabucak giderdiniz.
O zamanlar zaten Ankara'nın iki büyük caddesi vardı.
Birbiriyle kesişen bu iki cadde üzerindeki hatlar sizi ya Bahçeli-Dikimevi güzergâhında bir yere götürür ya da Çankaya-Aydınlıkevler arası bir durakta indirirdi.
Bir öğleden sonra, bu dolmuşlardan birinde şoförün önündeki aygıta kırkbeşlik bir plak soktuğunu gördüm. Boğuk ve pek abşık olmadığımız bir feryat başladı.
Bu müziğe pek anlam veremedim.
Sevmedim de zaten.
Ama gün geçtikçe dolmuşlarda bu müzik tarzına daha sık rastlar oldum.
Anadolu'dan Ankara'ya gelmiş olan şoförler, bu havayı pek sevmişlerdi.
Bir süre sonra bu tarz dolmuşlarda o kadar yaygınlaştı ki adına "Dolmuş müziği" denmeye başlandı.
Yeni bir türdü bu.
Bir süre sonra "Dolmuş müziği" yaygınlığını artırdı.
Küçük göçmen mahalleleri büyürken, dolmuşlar da daha çok insan taşıyan minibüse dönüşüyordu.
Minibüslerde sadece bu müzik türü çalınmaktaydı.
Bu yüzden "Dolmuş müziği" adı ortadan kalkti, bu müzik tarzına "Minibüs müziği" denilir oldu.
Ama ne kaçak yapılarla dolu Anadolu göçmen mahallelerinin büyümesi duruyordu, ne minibüslerin artışı, ne de bu müziğin yaygınlaşması.
Ve dudak bükülen, küçük görülen bu müzik, kentlerdeki dinleyici sayısının artmasıyla daha çok kabul edilir oluyor ve değişik toplum kesimlerini etkisi altına alıyordu.
Şehirlerin çevresindeki sıvasız, üstünde demir filizleri duran kaçak yapılar arttıkça minibüsler de çoğalıyor, minibüs çoğaldıkça bu müziğin feryatlan daha yüksek duyuluyordu.
Ve artık "Dolmuş müziği", "Minibüs müziği" gibi isimler aşağılayıcı bulunuyor, yeni isimler aranıyordu.
En sonunda "Arabesk" ismi gelip yerleşti.
Bu müzikte YOKSULLUK, DIŞLANMIŞLIK, DÎN motifleri ve DOĞU önemli yer tutuyor; Batılılaşma çabası içindeki kentlere karşı bir "yerli-lik" vurgusu yapılıyordu.
Bu müzik, bir bakıma kentten pay isteyen göçmenin "Ben de isterem!" çığlığıydı.
Eee, bir iş bu kadar yayılır da bizim devlet müdahale etmez olur mu?
TRT bu müziği yasakladı.
Arabesk starlara yasak koydu.
Çünkü bu tarz Türkiye Cumhuriyeti'nin ne halkçılık ilkesi ile uyuşuyordu ne de Batilılışma kültürüyle.
Cumhuriyet yola çıkarken Baüda klasik müzik eğitimi aldırdığı bestecilerine Çeşmebaşı ezgileri besteletiyordu.
Bu adamlar ve kadınlar ise Cumhuriyet'in unutmak istediği Ortadoğu geçmişini referans olarak alıyorlardı.
Aradan yıllar geçti.
Arabesk karşısındaki bütün kaleler teker teker düştü.
Basın medya olurken, bu yeni gücün farkına varmış ve önünde eğilmeye başlamıştı.
Artık Türk eğlence hayatının vazgeçilmez yüzleri olan fakir ama namuslu, temiz yüzlü Ayhan Işık'ların yerini yüzü gözü daha karışık, daha öfkeli ve vurdu kırdıya meraklı adamlar almaya başlamıştı.
Bunlar Mercedes otomobile biniyor, Rolex saat takıyor ve "Ben garibem!" diye haykınyor-lardı.
Özel televizyonların geliştiği dönemde son direniş noktaları da kınldı ve arabesk krallan, toplumun baştacı olarak gelip hayatımıza yerleştiler.
Bu kralların adam öldürmekten kadın kurşunlatmaya kadar her türlü davranışları hoş görülüyor ve çevrelerindeki hayranlık zırhına bir zarar veremiyordu.
Sonunda devlet pes etti.
TRT ve devlet kurumlan da bu bir zamanların "yasaklı" krallarının karşısında eğildi ve tükürdüğünü yaladı.
Yasaklamanın bir yol olmadığı ortaya çıkti.

Bu satırları yazan hakîr kulunuz arabeskten nefret etmesine rağmen, ilk günden beri yasaklanmalarına karşı çıktı.
Çeyrek yüzyıldır yasakların bu akımı daha da güçlendireceğini, yapılması gerekenin bir kültür ve kimlik mücadelesi olduğunu söyledi, yazdı durdu.
Ama ne fayda!
Aslında elit olmayan elit, yasakçı devlet ve "Gelen ağam, giden paşam!" diyen medya bizi Ortadoğu çöllerine doğru savurmuştu artik.
İnsanların gözünü yaşartan, çöl kumuydu.

DİĞER YENİ YAZILAR