Portakaldan Portekiz’e

Haberin Devamı

Portakala niye “portakal” diyoruz biliyor musunuz? Çünkü portakal İstanbul’a ilk defa (1790’larda) Portekizli tüccarlar tarafından getirilmiş. Şimdi Portekiz dediğimiz ülkeye o dönemde Osmanlılar “Portakal” (İtalyanca Portogallo’dan) dediği için meyveye “Portakal turuncu” denmiş. Turunç lafı düşmüş, portakal kalmış. Üstelik daha da komiği portakallar Portekiz’den değil Japonya’dan geliyormuş. Malta eriğinin Malta ile, Hindi’nin Hindistan’la bir ilgisinin olmaması gibi. Malta eriği avlularda yetiştiği ve avlular da malta taşı ile kaplı olduğu için bu ismi alıyor, Hindi ise ilk olarak Amerika kıtasının doğusundaki Batı Hint Adalarından geldiği için. Mısır da Amerika kökenli bir bitki bu arada. O da ayrı bir muamma.

Lizbon’dan 40 dakika uzaklıktaki Cascais sayfiyesinde, elimde dört tane sulu boya resim, bir banka oturmuş, Atlantik okyanusuna bakarken geldi bunlar aklıma. Eşyanın böyle uzak mesafelere taşınıp durması hep tuhafıma gitmiştir. Ve bu Portekizliler de bu konuda pek mahirmiş gerçekten.

Portakallar, hindiler, mısırlar derken şimdi dört tane suluboya resim yer değiştirecek diyorum kendi kendime. Ne için? Duvarıma asılmak, Lizbon’a gittiğimi hatırlatmak, soran olursa bana bunu bir Surinamlı sattı ve Türk olduğumu öğrenince ‘ama sen hiç Türk’e benzemiyorsun, Türkler Hintiler gibi olmaz mı?’ dedi anekdotunu anlattırmak, bu laf üzerine batılı doğulu herkesin Türkiye klişesi üzerine on paragraflık bir sohbet yaptırmak, imajımız çok tuhaf neticesini çıkarttırmak, bir süre sonra duvarda alelade bir lekeye dönüşmek, Paris’ten miydi, Prag’dan mıydı yoksa IKEA’dan mıydı diye bu satırların yazarının kafasını karıştırmak, üzerindeki sinek pislikleri yüzünden temizlikçinin sinirini bozmak ve beş yıl sonra renkleri solup kağıtları sararınca ilk taşınmada çöpe atılmak için.

Heyhat! Türkiye’ye gelemediler. Senaryo boşa çıkı. Yengeç satan bir lokantada unutuldular ve bu yazı yazıldığı vakitte sinirli bir garson tarafından çoktan çöpe atıldılar. Zaten yengeç de kötüydü.

Deniz ürünlerini iyi pişirmiyorlar belki ama Lizbon güzel bir şehir. İnsanın görür görmez “tamam yaşayabilirim” dediği bir yer. Gereksiz yüksek değil, gereksiz alçak değil, sokaklar karanlık ve uğursuz değil. Tam olması gerektiği gibi! 1755’de çok fena bir deprem geçirmiş ve taş taş üstünde kalmamış. Yapılan her şey o tarihten sonrasına ait. En zengin oldukları dönemlerden az bina kalmış.

Lizbon İstanbul gibi yedi tepeli. Yokuşu bol ve dik. Yokuşlarda bizim Taksim Tünel arasındaki tramvaylardan çalışıyor. “İhtiyar ve tiryaki kurtaran” tramvayları diyorum. Zira aldıkları mesafe hepi topu 300 metre. Maksat insanları yokuştan kurtarmak. Yine bir başka “ihtiyar ve tiryaki korur” önlemi olarak da bir asansör var. 1850’lerde Eyfel’in öğrencilerine yaptırılmış. Nefis ve çok komik.. İndikten sonra binaların üzerinden yürüyorsun bir süre..

Yarın devam ederiz...

DİĞER YENİ YAZILAR