Halfeti’den sevgilerle. İmza: Kezban

Haberin Devamı

Buralara gelince (Güney Doğu) dönememek gibi bir sorunum var. İmkansızlıktan değil, gitmek istememekten..
Güzel memleketimin uyuz insanlarının gelmeye korktuğu, gelmeye tenezzül etmediği ama gelmeyip uzaktan atıp tutmaya bayıldığı bu topraklar beni tuhaf bir şekilde içine çekiyor. Defalarca geldim, defalarca dolaştım ama yeniden ve yeniden gelebilir, yeniden ve yeniden kaybolabilirim..
Trendi mi? Değil. Biliyorum, kimsenin umuru değil buralar. Hele bugünlerde adı bile duyulmak istenmiyor. Onu da biliyorum. Ama neylersiniz ki bu köşenin yazarı buraları burnunuza sokmaktan vazgeçmeyecek..
Hazır geldik, dedim devam edeyim. Akşam gazetesinin en havalı ve en komik yazarı Elif Aktuğ’un da kanına girdim, basın ekibi döndü, biz iki kafadar adım adım ilerlemekteyiz..
Antep’ten kiraladığımız araba bugüne kadar kullandığım en gürültülü şey çıktı. Otomobil değil traktör sanki. Esasen bildiğimiz Renault Clio. Fakat yalıtım malzemelerini ne yapmışlarsa (ağırlık yapıyor diye söktüler mi ne..) motor ve rüzgar sesi komple arabanın içinde. Göz gözü duyuyor ve lakin kulak kulağı duymuyor. Ciddi bir şey söylemek lazım gelince arabayı durduruyoruz.. O kadar!
Fakat umurumuzda mı? Değil.. Bozulmadan gitsin, yeter..

***


İlk durak “Halfeti”. Birecik Barajı’nın suları altına yarı yarı gömülmüş, tek kelimeyle “rüya” gibi bir yer.. Eskiden nehir kenarındaymış, şimdi göl kenarında. Çirkin devlet binalarının hepsi sular altında kalmış, geriye sadece eski zamanlardan kalma güzel evler kalmış.. Eski güzel camii yarısına kadar sular içinde.. Nereden geldiği bilinmez yaşlı bir palmiye ağacı rüzgarda sallanıyor..
Arabamızdan daha da gürültülü bir tekneyle nefis bir tur yapıyoruz. Türkiye’nin belki de en görkemli, en ihtişamlı kalesi Rumkale’ye gidiyoruz. Kimsesiz, tek başına, olağanüstü bir kale şehir. Bir zamanlar manyak bir yermiş belli ki. Geriye kalan kapı, kilise, burç kalıntılarından geçmişi hayal etmeye çalışıyoruz... Hakiki bir medeniyetten bugünlere nasıl gelmişiz, hayret ediyoruz..
“Balık kebabı” buranın en büyük sürprizi.. Baraj gölünde yetişen ama adını bir türlü hatırlayamadığım (sordum, ŞABUT imiş) büyük bir balıktan yapıyorlar.. Balık kebabı benim uydurduğum bir laf. Onlar “perdaklı” balık diyorlar. Terbiyeli demek.
Ama sonuç itibarıyla pul biber, biber salçası, zeytinyağı ve kuru soğanla kebaba dönüştürülmüş bir balık ızgarası.
Elif’le kıkır kıkır gülüyoruz. Eti tamam anladık ama balık kebabı!?! Buralarda oluyor işte..
Zira evet, bilmek ve kabul etmek gerek ki buralar başka.. Başka bir ülke.. Keşfetmek gerek..

DİĞER YENİ YAZILAR