Yunan Adalarına lezzet yolculuğu...

Yavaş yavaş günün aydınlanmasını seyrederek yola koyulduk

Haberin Devamı


Mavi yolculuğun en keyifli anlarından birisi tekne sabah alacakaranlıkta demir alıp yola koyulunca sıcak bir kahve alıp kaptanın yanında oturmaktır. Bodrum çıkışı ben de öyle yaptım, Yunan adalarını iskelemize aldık, yavaş yavaş günün aydınlanmasını seyrederek yola koyulduk. Dört saatlik bir yolculuktan sonra Patmosa vardık. Patmos limanına giriş çok zevkli, dar bir körfez, bembeyaz evlerle boyanmış güzel bir liman ve kayalık bir tepenin üstün konmuş bir kale, aslında kale de değil, bir manastır, etrafını saran uçuruma asılmış bir köy. Adeta tipik bir Yunan adası mı istiyorsunuz, "buyrun işte" diyor.

Patmos adasının Hristiyanlar için önemi büyük. İsanın havarilerinden Yuhanna ömrünün son yıllarını sürgün olarak bu adada geçirmiş ve MS 96 yılında buradaki bir mağarada İncilin son kitabı olan Vahiyi yazmış. Vahiy kitabı "Apokalips" olarak da biliniyor ve oldukça grafik bir şekilde dünanın sonunu anlatiyor. Mağaranın olduğu yerde küçük bir şapel var. En tepedeki manastır ise 1088 yılında yapılmış, bir kaleyi andıran yüksek duvarları sayesinde yüzyıllar boyunca korsanlara, işgalcilere dayanmayı başarmış. Manastırın bin yıllık el yazması İncillerin, kitapların, hatta padişah fermanlarının bulunduğu olağanüstü bir müzesi var.

Patmos’un turist istilasından uzak kalmış, sakin bir gününde denize girmek için adanın en iyi plajlarından Lampi’yi seçtik. Plaja vardığımızda saat 11.00’i yeni geçmişti. Renkli çakıl taşlarının boyadığı kumsalın ortalarında bir taverna, önünde de bir çardak vardı. Yaşlı bir kadın bir kenarda oturmuş kabak çiçeği dolmasi yapıyordu. Kabak çiçeklerini tavernanın arkasındaki tarladan gün doğmadan, çiçekler ise kapanmadan toplamıştı. Eşlerimiz denize girerken biz bir ağacın altına oturup Yunan birası Mythos eşliğinde bu coğrafyanın sunduğu nimetlerden kabak çiçeği dolması ile başlayıp uykumuz gelinceye kadar istifade etmeye devam ettik.

Akşam limanda Ostria Taverna mavi sandalyeleri, beyaz örtüleriyle bizi cezbetti. Oturduk, garsona artık tavernalarda adlarını ezberlediğimiz mezeleri saymaya başladık: "Taramasalata, melantzanesalata, tzaziki, greek salad extra onions." Sevgili eşim Lale hemen ğavros diye kızartma istavrit, arkadaşımız Ayşe de sayısız Yunanistan seyahatimizde hep yaptığı gibi kabak kızartmasını istedi. Bir de bomba fasulye pilaki "ğiğantes" istedik, ama o yoktu. Ostria Taverna’da atmosfer harika, uzaktan gelen müzik sesi tam kararında, mezeler ise Ayşenin şansına kabak kızartması dışında çok iyiydiler. Benim yediğim suflaki, biber ve domateslerle şişe geçirilmiş pamuk gibi bir et ve yanındaki zeytinyağında kızartılmış patatesler ise muhteşemdi, belki de Kavala’da surların dibindeki Panos-Zafira’dan sonra yediğim en iyi suflakiydi.

Bir Yunan adasında tavernada meze sofrasının başına kurulmuşsanız içeceğiniz içki tabii ki uzo oluyor. Bizim masamızda eşlerimiz genellikle çok rahat içimli bir uzo olan Mini’yi tercih ederken, ben arada bir Midilli’nin efsanevi uzosu Barbayani’nin yeşil etiketli (42 derece) olanını tatmayı ihmal etmedim. Hesap Ostria’da da Yunanistan’daki neredeyse bütün tavernalarda olduğu gibi kişi başı 10-15 avro civarında geldi.

Kayısılı kuzuyu Mythos eşliğinde yedim

Ertesi gün Patmos limanından çıkınca hemen karşıda görünen Arki, oradan da Lipsi’ye geçtik. Arki’nin hemen yanındaki küçücük Marathi adasında sadece iki aile yaşıyor ve adadaki iki tavernayı işletiyorlar. Dünyadaki nüfus başına en çok restoran olan yer burası olmalı. Ama biz orada demirlemeyip hemen yanıbaşındaki Lipsi Adası’na devam ettik. Lipsi kartpostal gibi bir ada. Balıkçı barınağının hemen arkasındaki tepenin üzerini dolduran beyaz evler, bu boyda bir köy için oldukça büyük bir kilise, etraftaki tepelere serpiştirilmiş şapeller.

Öğlen demirlediğimiz Lipsi’nin güneyindeki Katsadia koyunda Yunan adalarının en iyi tavernalarından biri olduğu söylenen Dilaila bulunuyor. Çoğu tavernanın aksine mavinin yanısıra kırmızı, yeşil, sarı, rengarenk tahta iskemleleriyle denizden bakılınca bir çiçek bahçesini andırıyor. Kendimizi masmavi denizin cazibesinden koparamayınca akşam geliriz diye kandırıyoruz kendimizi. Akşam ise Lipsinin tepeye tırmanan daracık sokakları içinde bir avluya adeta saklanmış olan Manolis’e rastlayınca Dilaila’yı başka bir seyahate bırakmaya karar verip sokaktaki masalardan birisine oturduk. Garson kız mutfaktaki komik şapkalı genç aşçıyı gösterip "Burada yemekleri bu deli yapıyor" diyor, mutfağa girince nefis bir sosun içinde yatan bir tencere yemeği görüyoruz. Kayısılı kuzu imiş, "bunu yiyin" diyor "deli", ben zaten o demeden kendimi o sosun içinde bulmuştum bile, kuzu ağzımda dağılırken kayısı tadı yanaklarımın içini okşuyordu. Bu kuzuya bir uzo ile kıyamadım, bir belki iki şişe Mythos içtim, iyi de etmişim. Mythos tabağımdaki, damağımdaki kuzu ile rekabet etmedi, sadece arkadaşlık etmekle yetindi. Böyle yemeklerden sonra tatlı yenmez, kahve içilmez, ki yemeğin o harika tadı ağzınızdan çıkmasın, ben de öyle yaptım.

Ertesi sabah elimde kahve fincanı, ağzımda Manolis’in kuzusunun tadı kaptanın yanında yer aldığımda gün yükselmişti bile. Karşımızda 12 adanın belki de en ilginci olan Leros yükseliyordu, tepesinde gene haçlılardan kalma görkemli bir kale ile. Leros ve Egenin en vahşi adalarından Kalymnosta da birkaç taverna önerim olacak, ama şimdilik önümde uzanan adaların silüetlerine bakıp kahvemden bir yudum daha alıp gülümsüyorum. Bir zamanlar buralarda Türk kahvesi istediğinde kızarlardı. Şimdi ise "Kafe Grek" deyince Türkçe cevap veriyorlar: "Türk kahvesi?"

DİĞER YENİ YAZILAR