Müzik benim neyime?

Hele hele müzik üzerine konuşma yapmak ne haddime? Çok şükür ben haddimi bilirim ama ahali benim nasıl bir müzik cahili olduğumu bilmez.. Zülfü Livaneli gecesinde beni sahneye iteklemeleri bundandır..

Haberin Devamı

Muhteşem lafı bu ara dillere pelesenk olmuş ama Zülfü Livaneli’nin gecesi bu ölçülere yakındı..

Meğer ne çok beste yapmış?

“Yiğidim, aslanım” şarkısı mesela.. Üç yüz yıl sonra, bizlerden iz dahi kalmayacak ama bu şarkı söylenecek..

Dört yüz yıl sonra kimbilir nasıl bir mekânda, kimbilir kimler “Hiroşima” türküsünü dinlerken duygulanacaklar..

Biz bugün, üç asır önce yapılmış bir besteyi nasıl dinliyorsak yüzyıllar sonra başkaları da “Leylim Ley..” nakaratıyla geleceğin şarkıcılarından birine eşlik edecekler..

Şiirinde “Memleket mi yıldızlar mı gençliğim mi daha uzak..” diye soran Nazım ile bu sözleri notaya döken Zülfü, geleceğin bilinmez bir noktasında buluşacaklar..

Bizler orada olmayacağız.. En iyisi zamanın sonsuzluğunda “davulcu yellenmesi” gibi kaybolup gideceğimizi unutmak, o güzel geceye geri dönmek..

***

Açılış konuşması için Yaşar Kemal’i sahneye davet ettiklerinde iki koruma birden yerinden zıpladı..

Yaşar ağabey sahneye öndeki merdivenlerden çıkacak.. Işık orada yetersiz.. Aman dünya devi basamaklardan birine takılıp düşmesin, diye..

Dün başlıkta “Zülfü’yü anlatmak zordur” demiştik.. Yaşar ağabey bunu bildiğinden dersini çalışmış..

Altı sayfalık bir konuşma hazırlamış..

Sahneye çıktı.. Geceyi sunan şair Sunay Akın bir sandalye istedi, ona oturttular.. Başladı kağıtları karıştırmaya..

DEV KONUŞUYOR..
Tam sayı veremediğim için “binlerce” sözcüğü ile ifade etmeye çalışacağım kalabalık sanki biraz tedirgin oldu..

Yaşar ağabey kâğıtlarını karıştırıyor, birinci sayfayı bulmaya çalışıyor.. Işık yetersiz, o da inadına renkli gözlükle gezer..

Niye renkli gözlük kullanır bilmem, belki de sağlam gözünü nazardan korumak içindir..

Bir şeyi kâğıttan okumak zordur, hele binlerce kişinin önünde..

Oysa Zülfü’yü en iyi tanıyan biri olarak irticalen konuşsaydı o kalabalık, şiirdeki Benerci’yi dinleyen yüzbinler gibi dalga dalga taşardı..

Yaşar ağabey, halka gönül açan ozanlardan söz ederek başladı.. Homeros’tan girip günümüzden çıktı..

Konuşan bir dünya deviydi..

Kocaman bir kalabalık sevgiyle dinliyordu.. Konuşması bitti.. Yerine dönecek.. İki koruma yine zıpladı..

Biri bir koluna öbürü öbür koluna girdi.. Yaşar Kemal’i özenle sahneden indirdiler.. Seyircinin alkışları her adımına eşlik etti..

Ancak iki korumanın arasındaki Yaşar Kemal, sahneden inerken sanki Zülfü ile arkadaşlığından dolayı tutuklanmış da merkeze götürülüyormuş gibi bir manzara yarattı.. Gecenin bence en ironik görüntüsü buydu..

***

Müzik şöleni Ferhat Göçer ile başladı.. Ardından Nükhet Duru çıktı sahneye.. Şarkılarını dinlerken bu kadının hakkının yendiğini düşündüm..

Sonra Nilüfer o eşsiz sesiyle şakıdı.. Ardından Zerrin Özer bir “Leylim Ley” okudu ki bu kadar olur.. Birinci yarı bitmek üzereydi ki Sunay Akın sahneye çıktı..

Ben de o sırada önümde arkamda oturanlarla gırgır yapıyorum.. Birden adımın söylendiğini ve sahneye davet edildiğimi algıladım..

İçimden “Ahaa!” çektim.. Ne kafada bir hazırlık ne öncesinden bir dersini çalışma.. Buyur sahneye..

ANLAT BAKALIM
İyi de ne anlatacaksın? Zülfü Livaneli’yi anlatmak bana mı kalmış?

Müzikle ilgili bir aileden gelmiş olsam, ne bileyim bir enstrüman çalsam mesela.. Öyle bir yetenek yok bende..

Müziğe yaptığım tek katkı ise çocukken gittiğim mandolin kursunu terk etmektir..

Bütün sınıfın artık mandolinle şarkı çalabildiği bir zamanda ben hâlâ nota kitabının birinci sayfasındaki “Karga seni tutarım” şarkısı ile uğraşıyordum..

Fa.. Sol.. Fa.. Sol.. La.. La.. Sol..

Sadece yedi tekrar gerektiren bu üç notayı şaşırmamak için de bir dilimi ağzımdan dışarı sarkıtarak..

Ne yazık ki müzik hocamın sinirleri zayıf çıktı.. Bir ders sonu bütün sınıfı dışarı saldı.. Bana “sen kal” dedi..

Koridorda kimsenin kalmadığına emin olduktan sonra da şahsıma sopayla girişti..

***

Bunu daha önce de yazmıştım.. Eski okurum bilir.. Yenilerine ders olsun diye tekrarlıyorum..

Adam beni dövdükçe açıldı.. Dövdükçe açıldı.. Sopanın gövdemde değmedik tarafı kalmadı, hoca dayağa doyamıyor..

Adam ileriyi görmüş demek ki..

Sonunda “elimin bir daha bir enstrümana değmeyeceğine” ikna olup dayağı kesti.. Beni de bir daha dönmemek üzere kurstan, daha doğrusu müzik dünyasından attı..

AİLEDE DURUM..
Bizim genlerde de müziğe dair bir şey yoktur.. Dedem için bütün müzik aletlerinin tek bir ismi vardı..

İster keman, ister piyano, ister kaval, ister davul olsun..

Nefesli ve vurmalı çalgıların hepsi birdi ve ismi de “billur” idi..

Ona göre kemancı da billur çalardı, baterist de..

Babam da ondan farklı değildi.. Bildiği tek şarkı vardı.. Daha doğrusu şarkı nakaratı..

“Nare nare oy nare oy nare..”

Düğün, dernek gibi topluca şarkı söylenen bir ortamda yakalandığında etrafa ayıp olmasın diye ağzını oynatırken “Nare”yi söylerdi..

Temsil kalabalık “Bir şarkısın sen, ömür boyu sürecek” sözleriyle dalgalanırken babam “Nare nare oy nare oy nare..” diyerek onlara eşlik ederdi..

Galiba halasının adı Nare olduğundan bu kadarı aklında kalmış..

Repertuarı Nare nakaratı ile sınırlı kaldığından şarkı adı da bilmezdi.. Bütün şarkıların ortak adı “tingirti”ydi..

Ve böyle bir baba ile dededen gelme biri olarak kendimi sahnede buldum ve Türkiye’nin en büyük bestecilerinden birinin müziği üzerine konuşacaktım..

Yarın: Tatil yapmıyoruz, yazıyoruz..

DİĞER YENİ YAZILAR