Al gözüm.. Seyreyle Payitaht Ankara’yı..

Haberin Devamı

Ankara’nın altı kısım, tekmili birden şehir hikâyesinin belgeselini yaptık.. Bugün Ankara’da ilk gösteriminde görücüye çıkacağız.. Heyecan hiç yok, dersem kuyruklu yalan olur.. Başka ne diyeyim, Allah utandırmasın..

Bugün Ankara’dayız.. Yukarıdaki cümlede mekân belirten “Dayız..” ekini çoğul kullanmamın sebebi “cümbür cemaat” deyimini kullanmaya ar ettiğimdendir..

Özüm bu satırları yazdığım sırada “cümbür cemaat” kategorisine giren yakınlarım, bugün Ankara’da yapılacak davette giyecekleri kıyafetleri seçmek için İstanbul çarşılarına dağılmış durumdalar..

Pılı pırtı yağmalıyorlar..

Kızım, kız kardeşim, tabii hanımefendi, kız kısmından yeğenlerim.. Ankara’daki akrabaların da katılımı tam olursa “Kasabadan Başkente, Başkentten Metropole” belgeselinin dünya prömiyerini düğün evine çeviririz..

***


Evet, sebeb-i ziyaretim diye başlayacak cümlenin gerekçesi budur..

Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin kültürel hizmetler faslından bir belgesel yapmıştık..

“Kasabadan Başkente, Başkentten Metropole” adlı, altı bölümlük bu belgesel Ankara’nın şehir hikâyesini anlatıyordu..

Osmanlı’nın vilayet merkezi olarak çöküntü yıllarından başlayan, Kurtuluş Savaşı yıllarını içine alan ve daha sonra yeni rejimin başkenti olarak yeniden imar edilen bir şehrin hikâyesiydi..

Melih Gökçek başkan; doğru, objektif, sağa sola politik yalpa yapmadan anlatılan bu hikâye için bize destek oldu..

Allah’ı var, ne bir müdahalede bulundu ne de özel bir istek servis etti..

Siyasetçi bazında, kimseye nasip olmayacak özgürce bir çalışma ortamında işimizi becerdik..

İLK GÖRÜNTÜLER

Çalışmanın bizlere keyif veren tarafı ilk kez “gün ışığına” çıkarılan görüntülerdi..

1920’lerin iki, üç büyük yangın atlatmış, kasaba düzeyine inmiş Ankara’nın ilk sinema görüntüleri..

Kurtuluş Savaşı yıllarının Fethi Okyar Bey’in başkanlığındaki ilk hükümetinin çalışma masası etrafında ilk fotoğrafları..

Mustafa Kemal ile Rauf Orbay’ın hiç bilinmeyen klip tadında görüntüleri..

Ki bunlar milli mücadele yıllarında Ankara’ya gelen Sauvageot adındaki Fransız’ın kamerasının tespitleridir..

Üstad sanat tarihçimiz Semavi Eyice hocamızın Hollanda’daki bir müzede dururken keşfettiği, şehrin en eski genel tablosu..

Gardimer adındaki milyarder Fransız fotoğrafçısının kullandığı özel bir teknikle çekilen yetmiş dört renkli fotoğraf..

Seksen dokuz senedir Fransa’da bir arşivde yatarken belgeselimize katılan keyifli sürprizlerden bazıları bunlar..

Zat-ı devletlerim, bir süredir kafayı bunlara kilitlemişim.. Derdim gücüm hiç yayınlanmamış görüntüleri keşfetmek için sağı solu didiklemek..

Bulduğumu da son kuruşuma kadar parasını verip satın almak.. Beş kuruşsuz ölme konusundaki azmimin kreatif dışa vurumu..

***


Bir işin en güzel tarafı, onu gerçekleştirirken yaşadığın keyiftir..

Misal, Ankara’nın başkent oluşundan beri bir “Jansen Plânı” lafı dolanır durur.. Kentin imarı için hazırlanan şehir projelerinden en önemlisinin mimarıdır..

Türkiye medyasında veya herhangi bir mimari yayında tek kare fotoğrafı çıkmamıştır..

Bizim belgesele de girdi.. Kahverengi Nazi üniforması ve kolundaki gamalı haçıyla..

Şimdi izi bile kalmamış olan meşhur Hatip Deresi ile bir zamanlar Ankara’nın mesire yeri olan Bentderesi etrafındaki sosyal hayatı görüntüleriyle zaptettik..

Kale merkezli Ankara’dan girdik, Ulus merkezli zamanlardan geçip, Kızılay merkezli Başkent’ten çıktık.. Hikâyelerimizi neş’eli anekdotlarla harmanlayarak..

BU CEZA DEĞİL!

Bizim ahalinin kısm-ı umumisi belgesel seyreder (!) ama belgeselci bunun kıymetini bilmez..

Bizdeki belgesel mantığı, belgesel seyredeni cezalandırmaya dayanır..

Konu köyde geçiyorsa bir ince saz boğuntusu.. Ardından dağları yırtan bir kayabaşı veya hoyrat..

Konu Osmanlı geçmişine dairse veya konunun mistik bir tarafı varsa illa ki baygın bir “ney” sesi..

Dış ses mutlaka şiirsel.. Sazın veya neyin müsekkin etkisinden kurtulabilenleri uyutmak amaçlı..

Biz bu havanın dışında kalmaya çalıştık.. Neş’eli hikâyeler ile konuyu yoğurmaktan başka, açık bir dil hatta şakacı bir dil kullanmaya gayret ettik..

Sonucu birlikte göreceğiz..

Örnek olmak üzere belgeselin içinde geçen bir “tren hikâyesini” sizlerle paylaşmak isterim..

TREN GELİYOR

Devir Sultan Abdülhamid devriydi, Ankara’nın valisi Abidin Paşa’ydı..

(Bakın mesela Ankara’da bir Abidinpaşa semti vardır.. Çoğu Ankaralı bu ismi veren zattan haberli değildir..)

Meşhur keçilerini yabancılara kaptıran, modern dokuma tezgâhlarına yenik düşen Ankara için umut buğday ticaretindeydi..

Lakin deve kervanı ile nakledilen buğday, on günlük yirmi günlük yola dayanamayıp çürüyordu.. Bir trenimiz olsaydı..

Ankara yollara düştü, Abidin Paşa layiha üzerine layiha yazdı.. Sultan Abdülhamid de dirayetli valisini kırmayıp, tren yolunu Ankara’ya bağlamaya karar verdi..

Dört yıla kalmadan koca yol bitti..

28 Ağustos 1892 günü Ankara’nın vilayet gazetesinde bir duyuru yayınlandı.

Üç gün sonra tren yolu açılacaktı. Ahaliye açılışa gelmesi tembihleniyordu..

***


Vali Paşa ister de Ankaralı hatırını kırar mı?

Ahali külliyen açılışa teşrif etti ancak bir kısmının elinde yonca dediğimiz ot demetleri vardı..

“Ağam bu elindeki nedir?”

“Lokomotife yedireceğiz, ottur..”

Taaa İstanbul’dan kalkıp gelen trenin lokomotifine ot yedirerek iyi ev sahipliği göstereceklerdi..

Rivayete göre kara tren, bir insanın bir yılda tükettiğini bir oturuşta yiyordu..

Tren denen demir yığını Ankara Garı’na böğürerek girince, bekleyenlerin korkudan aklını zıpladı..

Ahaliden asabına hâkim olamayanlar kelime-i şahadet getirerek kaçıştı..

Aha işte bize belgeselden bir kuple bilgi.. Hem de eğlencelik tadında..

DİĞER YENİ YAZILAR