Kameranın deliğinden alemin gidişatına bakış..

Haberin Devamı

Tarihçi ne derse desin, bilim adamı ne yazarsa yazsın insan dediğin gördüğüne inanır.. Gözüne neyi dayarsan gerçek diye onu beller.. Ne tarihçinin, ne yazarın gücü sinemanın gücü ile baş edemez.. Senarist, yönetmen ne diyorsa odur..

Atilla Cengiz’in yazıp yönettiği “Oğul” filmi Cuma günü vizyona girdi..

Bizim sektörün yaptığı filmlerin vizyona girip girmemesi beni çok ırgalamaz ama bu kez başkaydı..

Yönetmen arkadaşım Canan Evcimen önce telefonla arayıp, bana ayarı verdi.. Ardından da talimatını ekleştirdi:

“Bu filmi seyret mutlaka.. Fikrini çok merak ediyorum..”

“Niye? Kuş mu kondurdunuz?”

“Seni şaşırtacak! Sen bir izle..”

Bu tür ön baskılar bende gaz yapar..

Filmse seyredeceğim varsa da elim gitmez.. Kitapsa okuyacağım varsa da kilitlenip kalırım..

İçimde, çalışma sırlarını çözemediğim bir mekanizma direnir Allah direnir..

Canan Hanım’ın arkadaşlığımıza binaen bastırması bende önce böyle bir direnme hali yarattı.. Bir haftalık inattan sonra çözülüp filmi seyrettim..

Hikâye Doğu’da geçiyor.. Tunceli’nde..

Benim gibi Tunceli şehrini merak eden çoktur.. Türkiye’nin en yüksek okuma yazma oranına sahip bu “asi” şehrini yüksek meraka rağmen çok insan da görmemiştir..

Neden derseniz onca kanlı isyandan sonra buraları sosyal belleğimize “Kızılderili Bölgesi” olarak kazınmıştır da ondan..

Hollywood yapımı Western filmlerinde “içinden beyaz adam geçirmeyen..” böyle Kızılderili bölgeleri vardır..

Beyazların yolu bir şekilde buralara düştü mü macera daha bölgenin eşiğine gelindiğinde başlar..

Seyircinin kafasında “Acaba sağ salim geçecekler mi?” sorusu oluşur.. Bizim Tunceli vilayetinin belleklerdeki yeri de böyle bir şey işte..

TUHAF BİR HAL..

Filmin hikâyesi Giresun’un Bulancak ilçesinde başlayıp Tunceli’nin bir köyünde bitiyor..

Fındık mevsimi oralara çalışmaya gelen bir kız ile ona tutulup, peşine düşen bir gencin başına gelenler sinema diliyle resmedilmiş..

O vesile ile görüyoruz Tunceli’yi..

Oğlanı getiren yolcu otobüsü şehir merkezine girip de garajda durana kadar gördüğümüz her kareye bir seyyah merakıyla bakarak..

Cumhuriyet kulları olarak, ülkenin bir coğrafyasına böyle şaşırarak bakmak da acayip bir şey..

TUHAF MERAK

Film kendi hikâyesini çok güzel anlatmış.. Hele ki Nuri Bilge Ceylan sinemasına meraklı olanlar bu anlatım tarzına bayılacaktır..

Ancak yönetmen Atilla Cengiz’in sineması o kadar yavaş değil.. İzleyeni sürekli bir merak hali içinde tutuyor..

Böyle alengirli konuları sinemaya aktarmak zordur..

Aynı şeyleri Hollywood da yaşadı..

1960’lı yılların sonuna gelene kadar seyrettiğimiz tüm Western tarzı filmlerde “Kızılderililer” beyaz kültürünün düşmanı, sebepsiz yere kan döken, insanlık dışı garip yaratıklardı..

En iyi Kızılderili ölü Kızılderiliydi.. Onlara ne yapılsa mübahtı.. Kimse de sebebini yargılamıyordu..

***


Ne zaman ki aktör Marlon Brando, kendisine verilen Oscar ödülünü “Amerikan yönetimlerinin Kızılderililer’e karşı uyguladığı politikaları..” protesto için reddetti..

O saatten itibaren beyazların dünyası Kızılderili olayına başka bir gözle bakmaya başladı..

O bakış Hollywood’un kafa yapısını da istemeye istemeye değiştirdi..

Bir daha da kimse; Kızılderililerin uluyarak beyazlara saldırdığı, sonra da belalarını bulduğu filmler yapamadı..

Blue Soldiers (Mavi Askerler), Litlle Big Man (Küçük Dev Adam), Dances With Wolves (Kurtlarla Dans) gibi olaylara ilk kez Kızılderililerin gözüyle bakan unutulmaz filmler çevrildi..

Ey sinema! Nelere kadirsin..

BAKMAK.. GÖRMEK..

Levent Semerci ’nin “Nefes” filmi bizde türünün ilk ve başarılı örneğidir..

Davul zurna ile uğurlayıp tabut içinde karşıladığımız çocukların sınır boylarındaki hikâyesi ilk kez bu kadar gerçekçi ve çarpıcı biçimde göze sokuldu..

İki milyonun üzerindeki seyirci sayısı da ahalimizin hamasi palavralardan çok gerçeğe eğilimli olabileceğinin kanıtıdır..

“Nefes” filminin DVD’sini de isteksizce, seyredecek bir şey bulamadığım bir gece alete takmıştım.. Çarpılıp kaldım..

“Oğul” filmi de böyle bir isteksizlikle gündeme geldi, aynı duyguları yaşattı..

Ankara’daki gazetecilik günlerimizden arkadaşım Rıza Akın’ı ise filmin başrolünde görmek benim için ayrıca sürpriz oldu..

Sinema, televizyon filmleri, belgeseller..

Çağımızda tarihin anlatılmasının birinciye gelen unsurları bunlar oluyor..

Görüntünün otoritesi halkın gözünde yazının gücünü çoktan geçti.. “Söz uçar yazı kalır..” da okuyan varsa..

İnsanlar sinemada gördüklerine daha çok inanıyor.. O yüzden sinemacının sosyal konulara el attığında zırvalamaması esastır..

“Oğul” filmi bunu başarmış..

İlk kez hiçbir şoven duyguya yer vermeden, hamasete ihtiyaç duymadan bir ucu Batı’da diğer ucu Doğu’da olan bir hikayeyi, yürek tellerini titreterek anlatmayı başarmış..

Bu filmi seyredenler için politikacıların lafları daha da yavanlaşacak..

Bir lafım da kangren olmuş meselelerin sinemaya aktarılmasından korkanlara..

Bizim ahali bu kafanın zırt pırt koyduğu yasaklardan çok çekti..

***


Yılmaz Güney’in “Yol” filmini 12 Eylül yönetimi yasaklamıştı.. Bizim yurt dışında yaşayan gazete patronu da bir yabancı kanalda o filmi izlemiş..

Yazı işleri toplantısında fikrini bizlerle paylaşırken “Yavrum!” diye başladı lafına..

“O filmi niye yasaklamışlar ki? Türkiye’yi çok iyi gösteriyor..”

Şaşırdık.. O devam etti.. Tren yolculuğuna takılmış.. Üzerine insanların Hindistan’daki gibi küme küme binmediği vagonlara..

“Batılılar bizim böyle yolculuk yaptığımızı zannediyor..” dedi.. “O film de yalanlıyor..”

Ufacık bir ayrıntı ama kocaman bir sonuç.. Görmek ile bakmak bir değil demek ki..

“Oğul” filmini seyredenler, ülkeyi otuz yıldır ağrıtan bir konuya yüzde yüz başka türlü bakacaklar..

DİĞER YENİ YAZILAR