Kimi narında yanar Kimi odunda ısınır..

Haberin Devamı

Acının da acısına verdiğimiz tepkiler beylikleşti.. Önce acılı bir feryat.. Sonra inkâr.. Derken öfke ve en nihayetinde “Hayat devam ediyor” deyip kabullenme.. Siyasetçisi başka ağlar, değnekçisi başka ağlar..

Sadece anaların gözünden kanlı yaş gelir..

Dokuz ana kuzusu; Hakkâri’nin bir köşesinde, dibi güneş görmez bir vadide ölümle buluşmaya giderken ben gazeteci arkadaşım Ayşe Acar (Aydın)’a röportaj veriyordum..

Ayşe’nin dikkatini çekmiş ki sordu..

“Son bir iki aydır yazılarınızda gerginlik, hafiften öfke hatta kızgınlık seziyorum.. Gözlemim doğru mu?”

Doğru, dedim..

Köşe yazarıysan o köşe dolacak.. Yazın ertesi günü için hazır olacak..

Özel hayatında seni allak bullak eden ne varsa; giderilmesi zor tatsızlıklardan tut hastalıklara kadar hepsi bir kenara konulacak, o yazı illa ki yazılacak..

Tiyatrocu deyişi ile “Gösteri devam edecek, perde kapanmayacak..”

***


Ayıp değil ya!

Benim de dertlerim var.. Psikolojimi darmadağın eden şeyler yaşıyorum.. O ruh haliyle yazının başına oturuyorum.. Okura ne, diyeceksiniz..

Haklısınız ama dertleşiyoruz işte..

Yazı yazmaya başladığımda benim köşenin tepesinde “devamlı sırıtan” smokinli bir fotoğrafım vardı..

SABAH’taki yıllarımda, dostlar arasında çektirilmiş, kafası dumanlı bir fotoğraf.. Yıllarca köşede beni o fotoğraf temsil etti..

Gel gör ki memleketin coğrafyasında yaşananlar sayesinde bırakın gülmeyi, mutluluktan sırıtan bir fotoğrafı dahi taşıyamaz hale geldik..

Okurun biri.. Kim bilir nasıl bir ruh haliyle, nasıl acılardan geçtiği bir sırada gazeteyi alıyor.. Ben onun gözlerinin içine sırıtarak bakıyorum..

Kimbilir içlerinden neler geçiriyorlardı..

ULAN BEN SENİ..

Her gün değilse bile üç günde bir belâ.. Haftada bir facia.. dökülen kanların ardından yetim kalmış bebeler.. Açlık, rezillik..

Üstüne üstlük birilerinin hodbinliği.. Haydi elinden geliyorsa her gün sırıt..

Bizimki “köşe yazısı” ama beylik türden değil.. Bir siyasi krizin peşinden gidip yirmi günlük malzeme çıkaracak halimiz yok..

Okura “keyif vereceğini umduğumuz” yazılar yazıyoruz.. Onu neşelendirmeye, günlük gailenin dışına çıkarmaya çalışıyoruz..

Gündemin mutlaka özel olacak, eğlenceli bir şey olacak.. Haydi gel de yap bakalım..

Önceki gün 17 Ağustos depreminin yıl dönümüydü.. O facia başımıza geldiğinde gerekçeli bir yazı ile okura on beş günlüğüne veda etmiştim..

Sonra alışkanlık oldu..

Her facia arifesinde aynı şeyi yapıp, köşeyi boş bıraktım.. Bu anlattıklarım “kamu bimarına” dair gelişmeler üzerine.. Eee! Okurun bir de özeli var..

Nihayet bir okur mektubu aklımı başıma getirdi.. “Ulan ben senin sürekli sırıtan o fotoğrafına..” diye başlıyordu.. Ben sırıtmaya devam ettikçe nasıl cinnet haline geldiğini anlatıyordu..

Arada bir yazılarımın içine zanan zaman “Muzhikat-ı dehre ben ölsem de tasvÓrim güler..” notunu koymuşluğum bile var..

Okura “Âlemin gidişatına ben ölsem de fotoğrafım güler..” diyorum.. İçimdeki acı sizinki gibi diyorum ama boş.. Kimilerini cinnetlik etmişiz işte..

Bizim smokinli fotoğraf o mektuptan itibaren köşeden tezkeresini aldı..

***


Lakin değişen bir şey olmadı..

Memleketin kimi zamanlar gündemi, benim köşedeki ağırbaşlı fotoğrafı bile kaldıramayacak kadar yüklü oluyor..

Ben kendini eğlenceli bir yazı için hazırlıyorum.. Ekrana kara haber düştüğünde aklımda ne varsa dağılıp gidiyor..

Bu haberi de bir gün öncesinden aldık.. Bizim “Vah! Vah!” dediğimiz şehit dokuz.. Yanlarında bir de korucu var, on..

Gazeteleri açıyorum.. Gencecik fidanların taptaze evliliklerinden kalma mutluluk fotoğrafları..

Ak gelinlikler içindeki güzel kızlar, omuzlarından tutan hayat dolu delikanlılarla birlikte mutluluk pozları veriyorlar..

Başlıklardaki ağıtlara inat yüzlerindeki tebessümlerle..

Bizim ilk baskıdaki ana manşet “Kırk beş günde kırk beş şehit” şeklindeydi.. İkinci başlıkta başka bir not vardı..

“Türkiye yirmi yedi yılda 6 bin 823 evladını teröre kurban verdi..”

ANALARA SOR

Yedi bine yakın evladımız, toprağın altına girip artık birer istatistik verisi olmuş.. Travmayı bastırmanın bir yolu da işleri istatistik ile anlatmak..

Sanki kaybımız dört bin civarında kalsa işler şimdi daha iyi olacaktı.. Zaman yeni acılar getirdiğinde eskisini unutturuyor ama kimlere..

Sor bakalım onları doğuran analara.. Onların içine düşen ateş hiç külleniyor mu acaba?

“Zaman en iyi ilaçtır..” akılları bir tek yüreğine ateş düşen analara sökmez.. Siyasetçi sözüm ona canlı yayında ahaliyi teselli ediyor..

“Her şeye rağmen hayat devam ediyor..”

Senin anan yok muydu be adam, diyesim geliyor dinlerken.. Hayat sana devam ediyor..

Yavrusunu bayrağa sarıp sarmalayıp toprağa veren analar, babalar, kardeşler, çocuklar ve eşler için ömür boyu sürecek bir “acı maratonu” başlıyor..

Siyasetçi çabuk unutmak istiyor..

Ondan daha vahimi, bugün ah vah eden toplumun bireyleri de yaşadıkları bu “günlük travmayı” mümkün olduğu kadar çabuk atlatmak istiyorlar..

Toplumsal bilinç altımızda bu var..

Röportajda Ayşe Acar’a da bunu anlattım.. Çağdaş iletişim araçlarının harika sonuçları sayesinde o kadar çok habere, reklama, mesaja hedef oluyoruz ki..

Toplumun bir konu üzerinde şöyle uzunca bir düşünmeye vakti olmuyor..

***


Fransız sosyal araştırmacı yazar Frederic Beigbeder üşenmeyip oturmuş, Fransızlar için bu manipülasyonu hesaplamış..

Eğer günde ortalama dört saat televizyon seyrediyorsan, toplu taşıma araçları ile seyahat ediyorsan, iki gazete alıyorsan hedef olduğun haber veya mesaj bombardımanı dört bine yakın..

Sersemletilmiş bir zihinle günü geldiğinde belki kendine bile acıyacak hâlin kalmaz..

Hele bizimki gibi “düşünme kabiliyetini” kaybetmiş yarı şizofren bir toplum söz konusuysa..

Kimi yazılarımdan sızan gizli öfkenin baş sebebi de bu işte..

DİĞER YENİ YAZILAR