Gazeteciliğin en yeni tarifi çıktı..

Biri yoluma çıkıp da bana "Ne iş tutarsın usta?" diye sorduğunda hiç düşünmeden "Gazetede çalışıyorum.." derim, "gazeteciyim.." lafını etmem.. Erkeğin kötü yola düşmüşüne "gazeteci" dendiğini bildiğimden böyle yaparım..

Haberin Devamı

Spottan devam ediyoruz.. Kendime dair bu meslek tarifi politikamı vaktinde Baba'dan yediğim bir fırça üzerine (Hem de Başbakan'ın aylık basın toplantısı sırasında..) belirledim, o saatten sonra da bir daha kıl kadar sapmadım.. "Araştırmacı gazetecilik" icadı daha sonra çıktı.. Bu tabiri kendisi için ilk kullanan gazeteci, bir anda bütün meslektaşlarını dolaylı olarak "Kafadan sallamacı gazeteci.." ilân etmiş oldu..

"Araştırmacı gazetecilik" nedir, nerede başlar nerede biter? Kursu var mıdır? Boxer don mu giyerler, altlarına bez mi sararlar? Düğünlerde halay başını çekmezlerse küserler mi? Bunların hiçbiri belli değildir.. Sadece tevatürü ağızlarda dolanır durur.. Okurun kafasında durumu netleştirmek için ben kendi tarifimi bir de örnekle vereyim..

Bağdat mebusu..
İkinci Abdülhamid zamanında bir Bağdatlı Esad Efendi varmış.. Dönemin Türkçe'yi en iyi bilenlerinden alim bir zatmış.. Kendi kendine "Bir iş edeyim de adımı Saray'a duyurayım.." diye düşünmüş.. Kendisi hakkında el altından "Çok iyi fal bakar.." diye söylenti yaydırmış.. Bir de Harem'e haber uçurmuş.. Kadın kısmı fala delirir.. Söylentiyi haber alan Harem'in kadınları "Nasıl etsek de bu efendiyi Saray'a getirtsek.." diye entrika çevirince işi farkeden Padişah kızmış.. "Sarayda bir falcı Ebulhüdamız var, yeter.. Osmanlı Sarayı'na iki Arap çok gelir.." diye olmazlanmış.. Kadınların dırdırını bitirmek için de Şeyh Esad Efendi'yi Adana'ya sürmüş.. Meşrutiyet ilan edilip Meclis açılınca "adam kıtlığı" fark edilmiş.. İttihatçılar "Abdülhamid bunu sürdüğüne göre bir marifeti vardır.." deyip Esad Efendi'yi milletvekili yapmışlar.. Meclis oturumlarında tek kelime Türkçe bilmez Bağdat Mebusu (milletvekili) ile otururmuş..

Dil bilmez milletvekili oturumları takip edemediğinden Meclis'te uyur dururmuş.. Uyanınca da Esad Efendi'ye ne olduğunu sorarmış.. O da gündemi özetlenmiş.. Bir gün sabrı tükenmiş.. Meclis'teki uykusundan uyanıp ne olduğunu soran Arap milletvekiline şaka yapmış:

"Haberin yok mu? Her mebusun vilayetine bir vapur verdiler.." demiş..

"Ya Bağdat'a?"

"Sen uyuyordun, istemedin sandılar.."

Atlatıldığını sanan Arap milletvekili yerinden fırlamış.. "Erbaa li Dicele tu vel Fırat.." diye bağırıp, çırpınarak saçını sakalını yolmaya başlamış.. Diğer mebuslar adamı cinnet geçiriyor sanıp kollarından tutmuş, dışarı çıkarıp başını soğuk suya sokmuşlar.. Sakinlesen mebusa Arapça bilenler "Yok böyle bir şey, sana oyun etmişler.." diyerek garibi sakinleştirmişler.. Genel kurul salonuna dönerken Esad Efendi ile karşılaşan Arap "Ayıp değil mi benimle eğlenirsin?" diye sitem etmiş.. Esad Efendi işin tadını çıkarmaya kararlı..

"Ben verdiler diyorum, onlar yok diyor.. Eh ne yapalım.. Onlar doğru söylemiş olsun.. Sen yine onlara inan.."

Dil bilmez Bağdat Mebusu'nun yeniden çıldırıp saçını başını yolması "Erbaa li Dicele tu vel Fırat.." diye feryat etmesi, bundan sonradır..

Gazetecinin işi..
İşte normal bir gazeteci böyle bir olaya tanık olduğunda işin aslını öğrenmeden "Bağdat milletvekili sıcaktan kafayı sıyırdı.." diye yazar, çok zorlanırsa işin sonunu "kadın meselesine" bağlar.. Araştırmacı gazeteci ise bağırıp çağırma olayını hikâye ettikten sonra "Bağdat Mebusu'nun akli dengesi yerinde mi?" deyip, cevabı okurlara sorar.. Kendisi hüküm vermez.. Aradaki fark budur.. Daha araştırmacı gazeteciler ise hiçbir şey anlatmayıp "Meclis'teki esrarengiz cinnetin sebebi nedir?" sorusuyla sorumluluğu okura yüklerler.. Okur daha bu meseleyi çözememişken başımıza bir de "Soruşturmacı Televizyon Gazeteciliği.." çıktı.. Mucidi de eski "Araştırmacı gazetecilerden" biri olan Uğur Dündar kardeşimiz.. Herhalde kendi kendine unvan aranırken "Televizyon muhabirinin işi soru sormak değil mi? O zaman unvanları da varsın soruşturmacı gazeteci olsun.." diye düşündü zahir..
Bu bulunmaz unvanı mesleğe taşıdı.. Son Arena programını izledim.. "Değerine paha biçilemeyen.." el yazması bir kitabın satışını soruşturuyorlardı..

Soruştursana!
İki uyanık "Alıcı kılığına giren" polise iki üç yüz senelik, el yazması bir dua kitabını "Tarihi Kur'an.." diye satmaya çalışıyor.. Gizli kamera da "Alıcı kılığındaki" polislerle aralarında geçen pazarlığı kaydediyor.. Görüntülerdeki "Alıcı kılığının" normal kılıktan bir farkı yoktu.. Veya "normal kılık" gibi görünsün diye çok iyi kamufle edilmişti.. Normal satıcı kılığındaki dolandırıcılar aradaki farkı anlayamadı.. Anlayamadıkları için de değeri taş çatlasa bin dolar edecek eski el yazmasına 400 bin dolar istediler.. Mallarını övmek için yalanın suyunu çıkarttılar.. Ellerindeki Kur'an olmayan dua kitabını tam bin dört yüz senelik yaptılar.. (O zaman kâğıt kullanılmıyordu..) Sayfalardaki altın varakı abarttılar.. Oysa bir kitabın tezhibinde, yani süslemesinde kullanılan altın suyu toplam altı yedi gramı geçmez..

Uzun etmeyelim, dolandırıcılar yakalandı.. Bir uzman ellerindeki kitabın Kur'an olmadığını açıkladı.. Buna rağmen Soruşturmacı Televizyon Gazetecileri olayda ele geçen dua kitabı için "Değerine paha biçilemez.." deyimini kullandılar.. Soruşturmacı gazeteciler olayı doğru soruştursa iki üç yüz senelik orijinal el yazması Kur'an-ı Kerim in dahi Kültür Bakanlığı uzmanlarınca birkaç bin dolara toplandığını bilirdi.. Sonuç olarak "salçasız bir gazeteci" olarak kafam fena karıştı.. Bu "Soruşturmacı gazetecilik" olayını biraz daha araştıracağım.. Eğer kafama uyarsa belki ben de kaydımı yaptırırım.. Tabii adamını bulursak..

DİĞER YENİ YAZILAR