Zulme karşı çıkmak ile yargıya müdahale etmek arasındaki fark

Haberin Devamı

Uzunbir süredir Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun yakından tanıdığını bildiğim Prof. Büşra Ersanlı, daha doğrusu onun KCK kapsamında tutuklanması hakkında herhangi bir açıklama yapmaması üzerine eleştirel bir yazı yazmayı düşünüyordum. Cuma günü üç gazetede onun “Kendinizle barışık olun. Özgürlükçü aydınlar bari Suriye’de de özgürlükçü olsunlar...” şeklindeki çağrısını okuyunca o yazının artık zamanının geldiğini düşündüm. Sonuçta Cumartesi günkü “Hem Suriye’de, hem Türkiye’de özgürlükçü olmak” başlıklı yazı ortaya çıktı.

Güzel bir raslantı sonucu, benim “Davutoğlu’nun Büşra Hoca’yı tanıdığını biliyoruz. Tanıdığına göre ondan terörist filan olmayacağını da herhalde biliyordur. Ama bugüne kadar bir kez bile Prof. Ersanlı konusunda rahatsızlığını dile getirmiş değil” diye yazdığım Cuma günü akşamüstü saatlerinde Davutoğlu, Paris dönüşü uçakta aynı meslektaşlarımıza içini şöyle döküyormuş: “Büşra Hanım, 28 Şubat’ta da çok demokrat bir tavır almış bir akademisyendir. Terörist olduğuna inanmıyorum. Ama bu durumu bir bakan olarak kabullenmiyor olmam, bana yargıya müdahale hakkı vermiyor. Yargı ayrı bir süreç. Eleştirenler kimi yerde ‘Neden müdahale ediyorsunuz’, başka davada ise ‘Niye müdahale etmiyorsunuz’ diyor.”

Aradan 7 ay geçmiş olsa da Bakan’ın bu açıklaması son derece önemlidir. Özgürlükçü kimliğine inananları ve kendisini samimi olarak sevenleri mahçup etmediği için Ahmet Davutoğlu’nu tebrik etmek istiyorum. Ve aynı duyarlılığı, hem kendisinin, hem “özgürlükçü” olma iddiasına sahip diğer etkili ve yetkili kişilerin her türlü adaletsizlik ve zulüm karşısında göstermesini diliyorum.

Şık-Şener olayı

Gelelim Davutoğlu’nun sözlerindeki “yargıya müdahale” bahsine: Öncelikle, MİT krizinde “alenen” olduğu gibi, AKP hükümetinin sicilinde yargıya müdahalenin örnekleri mevcut. Hatta o kriz patlak verdiğinde ilk ve en sert açıklamalardan birinin Davutoğlu’ndan gelmiş olduğunu da hatırlıyoruz. İkinci olarak, bu ülkeyi yöneten seçilmişlerden talep edilen, özel yetkili mahkemelerin evrensel hukuk kurallarını ve insaf sınırlarını hayli zorlayan bir dizi uygulaması nedeniyle yargıya müdahale etmeleri değil, bu türden adaletsizliklerle aralarına mesafe koymalarıydı. Çünkü “hukuki” gibi gözüken bu uygulamaların aslında “politik” olduğunu hükümet de fazlasıyla farkındaydı. Seçilmişlerin bu tür aleni hak ihlallerine mesafeli davranması söz konusu yargı mensuplarının yaptıklarını siyasi açıdan meşrulaştırmalarını imkansız kılacaktı.

Bu konuda en çarpıcı örnek, Cumhurbaşkanı Gül’ün, Ahmet Şık ve Nedim Şener’in gözaltına alınmalarının hemen ardından Adalet Bakanı Sadullah Ergin’le görüşüp kamu vicdanının rahatsız olduğu yolunda açık ve net bir çıkış yapmıştı. (Gül’ün sözlerini “yargıya müdahale” olarak gördüğü anlaşılan soruşturma savcısı Zekeriya Öz ilk kez yazılı bir açıklamayla ellerinde “gizli kanıtlar” olduğunu söyleyip geri adım atmadı.) Gül’ün bu hızlı çıkışı, Şık ve Şener’in tutuklanmasının siyasi meşruiyet zeminini ortadan kaldırmıştı.

Başbakan Erdoğan ise ilerki günlerde Gül’ün tam tersi bir pozisyonu tercih etti ve “bazı kitaplar bombadan tehlikelidir” gibi temel hak ve özgürlüklerle hiçbir şekilde bağdaşmayacak cümleler kurdu. Ne var ki onun bu türden çıkışlarının Gül’ün ortadan kaldırmış olduğu meşruiyet zeminini yeniden inşa ettiğini söylemek pek mümkün değil.

Gül ve Erdoğan’ın tutumları “yargıya müdahale” olarak değerlendirilebilir mi? Şık-Şener olayına farklı açılardan bakanlar, bunlardan birininin “müdahale”, diğerinin “samimi beyan” olduğunu ileri sürecektir. Ama esas soru, neyin müdahale olup neyin olmadığı değil, hangi duruşun “kamu vicdanı” tarafından haklı çıkarıldığıdır.

Şık-Şener olayında kimin haklı çıkmış olduğunu sormanın gereği var mı? Tıpkı Prof. Ersanlı olayında kimin haklı çıkacağını sormanın olduğu gibi.

DİĞER YENİ YAZILAR