Hep birlikte taşları kaldırıp altlarına bakmamız gerekiyor

Haberin Devamı


AÇIKLAMADAN SONRA GÜLEN HAREKETİ -2

Dünkü yazımı “Gülen cemaati içinde ‘sivil’ kanatın, dizginleri yeniden ele almakta olduğunu düşünüyorum ki bu herkesin hayrına bir gelişme” diye bitirmiştim. Tek bir cümlenin yol açtığı farklı tepkilere baktığımda, Gülen hareketi üzerine kalem oynatmanın ne derece zor ve hassas bir iş olduğunu bir kez daha görmüş oldum. Öncelikle “sivil kanat” tabirinin tamamen bana ait olduğunu belirteyim. Yani 3 saati aşkın sohbetimizde muhataplarımdan herhangi biri böyle bir nitelemeye ima yoluyla bile gitmedi. İkinci olarak, “sivil”in karşısına “askeri” bir kanat koyuyor değilim. Peki bu cümleyle ne demek istedim? Bunu cevaplamak için Gülen hareketinin tarihine kısa bir bakış gerekiyor:

Fethullah Gülen’in 1970’li yıllarda temelini attığı cemaat uzun bir süre eğitime ağırlık verdi. Aylık “Sızıntı” dergisi sayılmasa büyük ölçüde içine kapalı olan bu hareket bir süre sonra bir yandan Zaman Gazetesi’ni satın alıp medyaya girerken, diğer taraftan Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nı kurup toplumun diğer kesimleri (gayrı müslimler dahil) ve hatta diğer ülkelerle diyalog geliştirmeye başladı. Dolayısıyla gerek Türkiye, gerek dünyada Gülen cemaati denince akla hep “sivil” faaliyetler, yani tüm dünyayı sarmış olan okullar; yine küresel ölçüde faaliyet gösteren medya kuruluşları ve nihayet yine sadece Türkiye’de değil dünyanın dört bir tarafında düzenlenen, cemaat dışı katılımcıların daha fazla ön plana çıktığı toplantılar, sempozyumlar geliyordu.

Sivilliğin geride kalması

Son birkaç yıldaysa durum büyük ölçüde değişti. Özellikle ülkede yıllardır hüküm süren askeri vesayet rejimini tasfiyeyi hedefleyen Ergenekon, Balyoz gibi kilit soruşturmalarda, Gülen cemaatine yakın oldukları ileri sürülen bazı devlet memurlarının birinci derecede rol oynadıkları söylendi ki başlangıçta Cemaat bu tür söylentilerden, diğer bir deyişle “her taşın altında Cemaat var” algısından çok fazla rahatsız olmadı, hatta övünç duyduğu bile söylenebilir.

Fakat önce Prof. Türkan Saylan, ardından Hanefi Avcı ve nihayet Ahmet Şık-Nedim Şener olaylarıyla toplumda ciddi kırılmalar yaşandı ve Gülen cemaatinin bu operasyonlardaki rolü daha geniş ve eleştirel bir şekilde sorgulanır oldu. Peş peşe gelen KCK operasyonları ve son olarak bu kapsamda Ragıp Zarakolu ve Prof. Büşra Ersanlı gibi saygın isimlerin tutuklanmalarında da gözler Gülen cemaatine çevrildi. Nihayet MİT kriziyle birlikte Cemaat’in “sivil” yönü iyice geri planda kaldı. Her ne kadar eğitim, medya gibi alanlarda varolan faaliyetler güçlenerek ve katlanarak artsa da Gülen cemaati bir sivil toplum hareketi olmanın yanısıra, hatta belki de ondan daha fazla, ülke içi iktidar mücadelenin önde gelen aktörlerinden biri olarak görülür oldu.

Normalleşme arzusu

Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın (GYV) açıklaması serinkanlı bir şekilde okunduğunda, son birkaç yıldır iyice güçlenen, normal şartlarda Cemaat’e pozitif bakan kimi kişi ve çevrelerce de yer yer benimsenir olan bu algıdan derin bir şekilde rahatsız olunduğu görülür. Cuma günkü sohbette de bu rahatsızlığı açık bir şekilde gözledim. Bu sıkıntılı durumdan çıkışın yegane yolu olarak da “normalleşme” kavramı telaffuz edildi. “Normalleşme” arayışı normal olmayan, yani olağanüstü ve/veya olağandışı dönemlerde söz konusu olur. Dolayısıyla Gülen hareketinin, son birkaç yılda yaşanan durumu “olağanüstü” olarak tanımlayıp geride bırakmayı ve yeniden olağan hale, yani Cemaat’in sivil toplum alanındaki faaliyetlerinin hakimiyetine dönmeyi arzuladığını söyleyebilirim.

Ancak burada birçok soru karşımıza çıkıyor. Öncelikle “devlet içinde kadrolaşma” iddiaları. Sohbetimizde şu iki noktada anlaştık (ki GYV açıklaması da bu yönde): 1) Hangi görüş, din, cemaat vb.den olursa olsun hak eden her vatandaş liyakat ölçüleri içinde devlet içinde görev alabilmeli; 2) Devlet içinde herhangi bir grubun kendi örgütlenmesine gitmesi kesinlikle suçtur ve engellenmesi gerekir.

Görüldüğü gibi Gülen cemaati mensupları “devlet içinde devlet” oldukları veya “otonom bir yapılanma”ya gittikleri iddialarını açık bir şekilde reddediyorlar ve iddia sahiplerini bunun delillerini göstermeye çağırıyorlar. Tabii insanın aklına, bu yönde ciddi iddialar ortaya atan mesela Hanefi Avcı ve kitaptan sonra başına gelenler geliyor.

İkinci olarak, bir şekilde parantez içine alınmak ve geride bırakılmak istenen “olağanüstü” dönemde çok kişi mağdur edildi, onların mağduriyetleri nasıl giderilecek? Bu noktada şu soruyu sormanın son derece meşru olduğu kanısındayım: Fethullah Gülen basın özgürlüğü konusunda yaptığı açıklamayı Ahmet ve Nedim gözlatına alınır alınmaz yapsaydı daha iyi olmaz mıydı, ciddi mağduriyetlerin önü böylece alınamaz mıydı?

Şeffaflık

Şimdilik son bir söz: Gülen hareketinin normalleşme arayışı olumludur. Ancak onca yaşanandan sonra bu kolay olabilecek bir şey değildir. Bu noktada başta Fethullah Gülen’in kendisi olmak üzere Cemaat’e çok büyük görevler düşüyor. Eğer Cemaat başkalarını suçlamaktan çok özeleştiriyi temel alırsa bu normalleşme daha kolay yaşanır. Aksi takdirde olağanüstü durum sürer ki bundan Gülen hareketi de dahil tüm Türkiye zarar görür.

Eğer Gülen hareketi, artık “Her taşın altında Cemaat var” algısından şikayetçiyse, tüm toplum olarak birlikte taşları kaldırıp altlarına bakmamız gerekiyor ki tüm dünyada buna şeffaflık deniyor.

Sıkça sorulan sorular

1 - Görüştüğünüz kişilerin adını niçin yazmadınız?

Ortada gizli saklı bir şey yok. Kaldı ki günümüz Türkiyesi’nde yaklaşık 20 kişinin bir araya gelmesini (hele bunlardan biri ne zamandır her hareketi takip edilen bensem) saklamanın imkanı da yoktur. Ama söz konusu olan bir gazetecilik faaliyeti değil bir sohbetti. Hiç yazmayabilirdim de. Fakat çok verimli geçtiği için muhataplarımdan izin alarak izlenimlerimi yazmak istedim. Zaten her iki yazıda da tırnak içinde kimsenin ağzından herhangi bir cümle kurmadım. Görüştüğüm kişilerin Cemaat bünyesinde etkili konumlarda olduğunu söylememin, maksadı üzüm yemek olanlar için yeterli olduğu kanısındayım. Bağcı dövmek isteyenleri tatmin etmemse mümkün değil.

2- Bu bir barış toplantısı mıydı?

Barış için bir savaş, savaş içinse savaşan en azından iki taraf olması lazım. Bir gazeteci hiçbir kişi, grup, parti ya da cemaatle savaş içine girmez, girmemeli. Ama bazı kişi, grup, parti ya da cemaatin bazı gazetecilere savaş açtığı durumlar olmuştur. Böyle durumlarda biz gazetecilerin yapabileceği tek şey hayatta kalmaya çalışmaktır. Bunu yapmanın yegane yolu da yine gazeteciliktir. Son birkaç yıl, benim de içinde bulunduğum bazı gazeteciler için son derece zorlu geçti: Tutuklananlar, işlerini kaybedenler, haklarında acımasız itibarsızlaştırma kampanyası yürütülenler. Ancak bütün bu mağduriyetlere rağmen, birbirimize destek olarak varkalmayı, dik durmayı becerdik. Eğer bugün bir normalleşme arayışı söz konusuysa ve bu olumlu bir gelişmeyese, bu noktaya gelmede o olağanüstü koşullara direnenlerin payı çok büyüktür.

DİĞER YENİ YAZILAR