‘AKP’nin büyük bir hikayesi var, muhaliflerinin yok’

Haberin Devamı


“Türkiye Kime Kalacak?” kitabının yazarı gazeteci Osman Ulagay

Osman Ulagay, yukarıdaki sözü şöyle açıklıyor: Ülkenin iyi bir hikayesi varsa buna göre ülkenin kredi notunu yükseltiyorlar. AKP’nin ekonomi kurmayları finansal piyasalarda önceden sondajlar yaptılar, kendilerini anlattılar. AKP küresel gelişmeyi iyi okudu. Sorun muhalefetin benzer bir hikayesi olmayışı...

Ekonomi ve siyaset ağırlıklı yazılarıyla saygın bir isim edinmiş olan Osman Ulagay, Başbakan Erdoğan’ın basın özgürlüğünü sınırlamaya yönelik çıkışlarını protesto edip 2010 yılının Şubat ayında sessiz sedasız Milliyet’teki köşesini terk etti. Ama bu süre zarfında boş durmadı ve “Türkiye Kime Kalacak?” adlı kitabı kaleme aldı. Biz de, haklı bir şekilde “Başbakan’ın yazdırdığı kitap” altbaşlığını taşıyan bu eserden hareketle Osman Ulagay’la bir söyleşi yaptık:

Bu kitap öncekilerden farklı gibi. Daha net ve muhalif bir pozisyon aldığınızı görüyorum. Bu doğru bir tespit mi?
‘AKP’nin büyük bir hikayesi var, muhaliflerinin yok’
Evet, doğru. Nedeni şu: Gelinen noktada birileri daha net bir pozisyon almazsa çok geç olacak. Eğer birileri Türkiye’nin bugünkü gidişatına dair bir tavır koymazsa daha sonra koymanın bir anlamı kalmayacak.

Endişeniz nedir?

Birincisi Türkiye’nin tek parti, tek adam rejmine doğru adım adım kaymakta olduğunu görüyorum. Tek parti, tek adam rejimlerinin belli özellikleri vardır. İktidar her şeyi bilen, her şey hakim olandır. Bütün ölçüleri, bütün değerleri kendisi belirlemek ister. AKP, kendine muhalefet edenleri oyundaki rakipleri olarak görmüyor. Onları aşağılamaya, gayri meşru göstermeye çalışıyor. Sanki bu oyunda şartlara uyan tek oyuncu var gibi düşünüyor ve o oyuncu her şeyi belirliyor. Bu çok endişe verici bir şey. Baştan beri AKP’ye ön yargılı bakan kesimin duruşu doğal ama başında bu açılıma bir şans veren ve bundan umutlu olan kesim bu noktada benimle benzer endişeleri paylaşıyor sanıyorum. Bir tek parti, tek adam rejimine doğru giderseniz, size karşı olan kesimi, ki bu Türkiye’nin yaklaşık yarısıdır, bu kadar dışlar ve aşağılarsanız bu oyun başka bir hal alıyor. Size muhalefet etme ihtimali olan herkesi dışladığınız zaman oyunun şekli değişiyor.

İkinci endişem şu: Burada paradoksal bir durum var ama AKP döneminin Türkiye’nin potansiyelini ortaya çıkarttığı fikrindeyim. Türkiye’nin dünyadaki itibarı, durumu AKP öncesine göre değişmiş durumda; bugün çok daha ciddiye alınıyor. Ekonomik potansiyelini önemli ölçüde geliştirdi. Batı dünyasının her şeye hükmettiği bir dünyadan çok kutuplu bir dünyaya geçiş sürecinde Çin, Hindistan, Brezilya ve Türkiye gibi ülkelerin de söz sahibi olmaya başladığını göz önüne alırsak Türkiye’nin birçok farklı özelliği ile dünyada söz sahibi ülkelerden biri olabilme yolunda gittiğini söyleyebiliriz. Mevcut iktidarın ülkeyi bugünkü yere getirdiğini de söyleyen biri olarak Türkiye’nin bu potansiyeli gerçekleştirmesinin mümkün olmayacağını düşünüyorum ve fırsatı kaçıracağız diye endişeleniyorum. Çünkü enerji ve insan birikimimizin önemli bir kısmını kullanamıyoruz. Mesela eğer çok yetenekli bir genciniz üniversitede yükselmek istiyorsa ama bazı özelliklere sahip değilse -bu inanç bağlamında olabilir veya siyasi aidiyet bağlamında olabilir- yolları kapalı. Aynı şekilde girişimcilik konusunda belli bir kesimin müthiş bir dayanışması var. Eğer o halkada değilseniz şansınız çok azalıyor. Empoze edilmek istenen yaşam tarzı birçok insanın hoşuna gitmeyecek şeyler içeriyor. Bu durum o insanların Türkiye’ye katkı yapacak işlerde bulunma motivasyonunu azaltıyor. Bütün bu nedenlerle Türkiye var olan potansiyelini tam anlamıyla kullanamama gerçeği ile karşı karşıya.

Öte yandan küresel oyunda da daha fazla söz sahibi olmak siyasi iktidarda aşırı bir özgüven yarattı. Dünyanın eski söz sahiplerine karşı ‘sizin devriniz bitti, bizim devrimiz başladı’ deniyor. Tabii ki Batı’nın eski gücü kalmadı ama sıfır da olmadı. Öne çıkmak isteyen ülkelerin Batı’yı tam karşılarına alarak veya onunla zıtlaşarak, onu küçümseyerek değil onunla daha iyi nasıl işbirliği yapılabileceğini düşünerek hareket etmeleri gerekir. Bu bakımdan mevcut iktidarı yeterli bulmuyorum.

Sizin profilinizdeki insanların AKP’ye yönelik hayal kırıklığına mı tanık oluyoruz?

2007 sürecine kadar AKP konusuna oldukça nötr bakıyordum. Baştan beri beni rahatsız eden, demokrasi kültürüyle bağdaşmayan bazı yaklaşımlar vardı. O yüzden AKP’nin Türkiye için ideal bir parti olduğunu, bizi Avrupa standardlarında bir demokrasiyle ulaştıracağını düşünmüyordum ama bunu bir aşama olarak görüyordum. Bu aşamayı doğru değerlendirirsek başka bir noktaya varabilirdik. Bu süreç sırasında muhalefetin dünyada olan biteni algılayarak AKP’nin karşısına güçlü bir alternatif olarak çıkacağını düşünmüştüm. Bu gerçekleşmeyince oyunun dengesi tamamen değişti. AKP’nin karşısına eski komplocu mantıkla çıkıldı: Önce asker, ardından kapatma davası. İş ölüm kalım meselesine dönünce AKP bu sefer gerçek kimliğiyle, gerçek amaçlarıyla, gerçek yüzüyle ortaya çıkmaya başladı. Bu süreçte AKP’nin ilk döneminde Batı dünyası ve medyası AKP’ye müthiş bir kredi açmıştı. O dönemde Türkiye’de sanki iki kamp varmış gibi düşünülüyordu: Türkiye’yi Avrupa’ya yaklaştırmak, dünyaya açmak, demokratikleştirmek isteyenler yani AKP ile buna karşı çıkanlar yani Kemalist, katı laik gibi isimlendirilen ve hep bir noktada askerle, katı merkeziyetçi, otoriter eğilimlerle özdeşleştirilen bir muhalefet. Sanki Türkiye’de başka bir şey yok. Bu son derece yanlış bir değerlendirmeydi ama bu değerlendirme tuttu. Fakat benim endişemin artmaya başladığı süreç içerisinde Batı medyasındaki tutum da değişti. AKP için daha fazla hayalci bir yaklaşım sergileyen Batı medyasıydı. Onlar AKP’ye daha fazla ümit bağladılar. Onlara Türkiye’deki bir kısım liberal, demokrat aydınları eklemem lazım. Bence onlar da çok fazla kapılmışlardı. Bu sol entelektüellerde çok uzun süredir görülen bir zaaf. Kendilerine mal edilebilecek bir çıkış yolu, projeleri olmadıkları için onlara en yakın olana takılmak.

Bu noktada kitabınızda bahsettiğiniz hikaye kavramına gelmek istiyorum. AKP’nin büyük bir hikayesi olduğunu, rakiplerininse bundan mahrum olduğunu söylüyorsunuz. Hikayeden kastınız nedir?

Hikaye kavramını benim hayatıma finansal piyasalar soktu. Bir ülkenin siyasal, ekonomik, mali istikrar, büyüme trendi gibi değişik göstergelerine bakıyorlar. Burada onların çetelesine göre iyi bir tablo görüyorlarsa ‘bu ülkenin iyi bir hikayesi var’ diyorlar. Ülkenin iyi bir hikayesi varsa buna göre de ülkenin kredi notunu yükseltiyorlar. Ben de hikaye sözcüğüyle şunu anlatmaya çalışıyorum: Bir gelecek vizyonu ortaya koyuyorsunuz ama bu ülkenin mevcut potansiyeli ile uyumlu yani gerçekçi olmalı. Ayrıca bu hikayenin ideolojik boyutu var. Öyle baktığınız zaman hakikaten AKP’nin iyi bir hikayesi var. Bir kere kuruluş döneminde kendinden önceki iktidarların neden başarısız olduğunu iyi analiz etmiş. Biliyorsun çok geniş kapsamlı kamuoyu araştırmaları yaptılar. 40 bini aşkın denekli araştırmalarda halk nasıl bir iktidar istiyor, kimleri siyasette görmek istiyor gibi sorulara yanıt buldular. Ayrıca toplumsal tabanda geniş bir yaygınlığı olan kesimle dini aidiyet üzerinden doğal bir bağları var. Finansal piyasaların, ekonominin çok önemli olduğunu da anladılar. AKP’nin kuruluş döneminde Ali Babacan başta olmak üzere AKP’nin ekonomi kurmayları finansal piyasalarda önceden sondajlar yaptılar, kendilerini anlattılar. AKP küresel gelişmeyi iyi okudu. Dünyanın artık yeni güçlere fırsat verdiğini anladılar. Sorun AKP’ye muhalefet eden kesimin buna benzer bir hikayesi olmayışı. AKP’nin hikayesinin bir diğer güçlü tarafı da şu: AKP’nin zihin yapısına baktığımız zaman 90 ya da 100 yıllık bir sürecin değiştirilmesi ya da rövanşının alınması olduğunu görüyoruz. Bu da onlara ideolojik büyük bir hedef sağlıyor. ‘Büyük rüya’ diyorum buna. Dolayısıyla o da bir güç.

Bir taraf hikayesiyle, rüyasıyla yol alırken diğer tarafta geçmişe yönelik nostalji yaparak ve iktidarı kaybetmenin verdiği öfkeyle hareket ediyor. Şu günkü durumda ‘Türkiye kime kalacak?’ sorusunun cevabı çok net gözüküyor değil mi?

Kitapta, bugünkü bütünlüğü içinde yola devam edeceği kabulünden hareketle Türkiye’nin kime kalacağın hakkında fikirlerimi söyledim. Ama Türkiye bugünkü sınırlarıyla, bugünkü yapısıyla kalacak mı? Bana gerekçeleriyle anlatıldığı zaman ‘evet bölünme ihtimali var’ diyorum ama o soruya girmiyorum.

Erdoğan karşısında güçlü bir muhalefet görürse etkilenebilir

Türkiye’nin bu haliyle kalacağını düşünürsek AKP’ye meydan okuyabilecek herhangi bir güç, potansiyel var mı?

Kitabın sonunda bir fantezi gibi yazdım, acaba gençler o potansiyeli yaratabilir mi diye. Cumhuriyet’i kuran kuşak Mustafa Kemal ve onun mirasını sahipleniyor. O hikaye kendi döneminde, kendi kuşağında çok önemliydi. O günün dünyasında Cumhuriyet’in kurulması çok önemli bir hikaye. 1. Dünya Savaşı sonrası, Batı’nın her şeyi hükmettiği bir dönemde böyle bir hikayenin ortaya çıkması gerçekten çok önemli. 13 milyon nüfus var, okuma yazma oranı yüzde 15’lerde... Bu gibi verileri hatırlarsak hikayenin önemini daha iyi anlayabiliriz. O toplumu alıp modern dünyanın bir parçası haline getirme iddiası müthiş bir projedir ama o dönem için geçerlidir. Şimdi o modeli alıp hiç geliştirmeden bugüne uygularsan bugün aranan hikayenin yerine geçen bir hikaye elde edemezsin. ‘Bizim böyle güçlü bir hikayemiz var’ deyip ona takılıp kalınması o kesimin yeni ve özgün bir hikaye çıkarmasını engelledi.

Yani endişelerinizden kolay kolay kurtulamayacağa benziyorsunuz...

İktidar bloğunun kendi içindeki tartışmaları tam olarak kestiremiyorum. Bir de Batı’nın AKP’ye karşı tutumunun değişmesi iktidarı etkileyebilir. Başbakan Erdoğan gücün diliyle konuşmasını seven biri. Karşısında daha ciddi ve güçlü bir muhalefet görürse kendisini etkileyebilir. Yoksa dış etkilerle durumu kurtarmak için bazı adımlar atabilir.

DİĞER YENİ YAZILAR