Bir mahalle baskısı anısı

Haberin Devamı

Mahalle baskısı tartışmalarına katkıda bulunmak için bir anımı anlatmak, bunun için de, daha bu kavramın bilinmediği 1990’lı yılların başına, bundan en az 15 yıl önceye dönmek istiyorum. İstanbul Gümüşsuyu’nda bir arkadaşımızın evindeki bir partideydik. Ev sahibi ve konukların çoğunluğu Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi veya mezunuydu. Partinin en popüler ismi, yakın bir zamanda, o günlerin moda tabiriyle “hidayete ermiş” bir arkadaşımızdı. İslami hareketin yükselişinin yoğun bir şekilde gözlenip tartışıldığı o günlerde bu arkadaşımızın elinden geldiğince İslamiyetin gereklerini yerine getirmeye çalışması biraz hayret, biraz tepki, çokça da ilgi uyandırıyordu.

Partinin bir anında, konuklardan biri, aldığı alkolün de etkisiyle “hidayete eren” kişinin yanına gitti ve ona “nasıl böyle bir şey yaparsın!” diye çıkıştı. Çok eski dost oldukları için önce şaka yapıyor sandık ama haddinden fazla ciddi ve öfkeli olduğunu anlamakta gecikmedik. İşin ilginci bir yandan “senden hiç beklemezdim” derken diğer yandan arkadaşımızın elindeki şarap kadehini gösterip arkadaşımızı “hem Müslümanım diyorsun, hem içki içiyorsun” diye eleştirmekten de geri kalmıyordu.

Baktık iş kavgaya kadar gidiyor, mecburen olaya müdahil olduk. Saldırgan arkadaşıma insanların tercihlerinde özgür olduğunu, ayıp ettiğini söylediğimi hatırlıyorum. Herhalde beni de “hidayetin eşiğinde” görmüştür.

Öbür mahalleye gelecek olursak

Bu olay “mahalle baskısı” nın sadece muhafazakâr kesimlerden kaynaklanmadığını her mahallenin farklı nedenler ve şekillerde olsa da kendi baskısını ürettiğini gösteriyor. Fakat ben bu anımı sadece bu gerçeği bir kez daha vurgulamak için anlatmadım. Çünkü bunun bir de devamı var. Hikayenin devamında, yine yolları Boğaziçi’nden geçmiş iki sosyal bilimci, Prof. Şerif Mardin ile Prof. Binnaz Toprak’ın önemli rolleri var.

Bilindiği gibi Prof. Mardin “mahalle baskısı” kavramını gündemimize soktu ve mahalledeki muhafazakâr havanın “AKP’yi bile dövebileceğini” söyledi. Prof. Toprak ise İrfan Bozan, Tan Morgül ve Nedim Şener’le birlikte yaptığı araştırmada muhafazakâr çevrelerin, cemaatlerin ve yerel yöneticilerin Anadolu’da gençlere, kadınlara, Alevilere, kısacası “öteki”lere baskı uygulamakta olduğunu gösterdi.

Girişteki olayın üç aktörüne dönecek olursak: Üçümüz de bugün üç ayrı gazetede köşe yazıyoruz ve doğal olarak “mahalle baskısı” tartışmaları sırasında da görüşlerimizi bildirdik. 15 yıl önceki kavgayı ayıranlardan biri olarak “Türkiye’nin yapısı, dinle ilişkileri ne olursa olsun insanların ‘öteki’ne hiç de iyi bakmadığını bize gösteriyor. Ülkedeki iktidar değişimlerine paralel olarak mazlumlar kolaylıkla zalime, zalimler de mazluma dönüşebiliyor” diyerek Prof. Mardin ve Prof. Toprak’ın önerme ve bulgularına katıldığımı söyledim.

Sırf dine yöneldiği için kendi mahallesinden yoğun bir baskı görmüş olan arkadaşımızsa “Dindar muhafazakâr kesimin beklentisinin, hep onların karşılaştığı haksızlık ve baskılara karşı çıkmak, habire ve hep katı laiklik anlayışını sorun etmek olduğunu gayet iyi bilen biriyim. ‘Meselenin bir de bu yanı var’ dediğiniz an, ‘hiç beklemezdik!’, ‘aslına rücu etti’ tepkisi ile karşılaşabiliyorsunuz, ‘laik kesim’den gelen birinin hep özür dilemesi bekleniyor” diyerek muhafazakâr çevrelere, kendileri gibi olmayan kesimlere baskı kurmamaları çağrısında bulundu.

Nereden nereye?

Yaklaşık 15 yıl önce kendi cemaatinden ayrıldığını düşündüğü arkadaşını sert bir şekilde “uyarmış olan” kişiye gelelim. “Binnaz Toprak’ın son çıkışından sonra, Anadolu’daki dindar cemaat baskısını bir kez daha iliklerimizde hissettik. Ve düzenli olarak almamız gereken ‘devletten bağımsız cemaat korkusu’ dozunu bu kez Boğaziçi markası ve Radikal sponsorluğunda bilimsel olarak aldık” diyen bu arkadaşımız şöyle devam etti: “Beyaz Türk’lerin, 100 yıldır totaliter/otoriter bir devlete sırtlarını dayayarak yarattıkları zihinsel, vicdani kargaşanın, ve artık bu çağın taşıyamadığı iki yüzlülüklerinin bedelini karşı tarafa ödetmenin en kestirme yolu, sürekli ‘cemaatler savaşı’ yapmak, ya da bu savaşı hiç unutturmamak, hep gündemde tutmaktır.”

Yani o tarihte muhalefette olan, dışlanan dindarların hak ve özgürlüklerine sahip çıkan biz ikimiz yaklaşık 15 yıl sonra “Beyaz Türk”lüğe terfi etmiş oluyoruz. Üçüncü arkadaşımızsa, tam da dindarların mazlumluktan iyice sıyrıldıkları bir dönemde “liberal demokratlık” payesine erişti.

Allah kabul etsin!

DİĞER YENİ YAZILAR