Harem-seâmlık yaşama doğru "değişim"!

Bir süre önce bu sayfada yazımın yanında önemli bir haber vardı; Harem-selâmlık plaj" başlığıyla verilen haberde Van Gölü kıyısındaki tesislerde ve plajlarda kadınların göle girdikleri yerlerin naylonla çevrildiği ve eşlerinin bile içeri giremediği anlatılıyordu

Haberin Devamı

Bir süre önce bu sayfada yazımın yanında önemli bir haber vardı; Harem-selâmlık plaj" başlığıyla verilen haberde Van Gölü kıyısındaki tesislerde ve plajlarda kadınların göle girdikleri yerlerin naylonla çevrildiği ve eşlerinin bile içeri giremediği anlatılıyordu.

Bir gün önce de Altınoluk'ta ev ve otellerin Erbakan'a yakın kimseler tarafından satın alındığı, bir otelin isminin değiştirilerek harem-selâmlık plaj kurulduğu haberleri çıkmıştı gazetelerde.

Erbakan'ın yazlarını Altınoluk'taki evinde geçirmeye başlamasıyla bölgenin kendisine yakın çevrelerce "makbul alan" ilân edildiği, "İslâmi yaşam tarzı"nın yöreye yayıldığı, Erbakan'ın kendi evinin plajının dışardan görülmeyecek şekilde kapatıldığı biliniyordu. Ama işin başka plajlarda da aynı uygulamaya ve otellere kadar varacağı pek akla gelmemişti. Bu yaz onu da görmüş olduk.

Mesele harem-selâmlık plajda, motelde kalsa yine iyi. Ama genç okurlarımızın gönderdiği çok sayıda mektup Türkiye'nin bir çok ilinde dersanelerin de aynı duruma geldiğini anlatıyor.

Kız öğrencilerle erkeklerin sınıfları ayrı. Kızlara kadın, erkeklere erkek öğretmenler ders veriyor. Kız öğrenci bir erkek öğretmenle konuşamıyor (veya tersi). Asansörler bile ayrılmış durumda. Ve bu durum doğu illerinde filân değil, örneğin Balıkesir gibi bir Ege kentinde de olabiliyor.

Türkiye'yi yönetmekte olanlar "değiştiklerini" iddia ederken toplum yaşamının görüntüsü de büyük bir hızla değişiyor. Ama iddia edilenin tam aksi yönde!

Baskı başlıyor!
"Mesele plajda kalsa iyi" dememin nedeni, erkeklere görünmeden denize girmek isteyen kadınların olabileceği gerçeğini göz önüne alıyor olmam. Böyle düşünenler için bir otel plajının küçük bir köşesi ayrılabilir. Ama sahiller "özel mülk" olamayacağına göre hiç kimse bir plajı tümüyle harem-selâmlık diye ikiye ayıramaz. Bu ayırım iste, aynı alanı kullanmak isteyen ve birlikte denize girmekte mahzur görmeyenler üzerinde oluşturulan baskının başlangıcıdır.

O başlangıç noktasından sonra iş başka ortamlarda ayırıma gelir. Sinemada, tiyatroda, taşıma araçlarında, okulda, dersanede.. Her yerde.

İşine gelmeyenlerin "dindarlığın karşıtı" olarak göstermeye çalıştığı, oysa bununla hiçbir ilgisi olmayan "laikliğin anlamı" da işte tam bu noktada önem kazanır. Vatandaşlar üzerinde böyle bir baskının oluşmasını önlemektir amaç. Dinden uzaklaşmak veya dine karşı olmak değil.

Din değeri yok
Ben din uzmanı olmadığım için harem-selâmlık uygulamasını bir din uzmanına sordum. Prof. Zekeriya Beyaz konuyu şöyle açıklıyor:

"Peygamberimiz zamanında kadınlarla erkekler aynı camiye gider, birlikte namaz kılarlardı. Hiçbir ortamda ayırım yoktu. Harem-selâmlık uygulaması Osmanlı'da, o devrin softalarının bir tavrı olarak şehir hayatında ortaya çıktı. Bugün Anadolu'da da kadın erkek tarlada, evde, sokakta bir aradadır.

Harem-selâmlık icadı çıkaranlar, kıskançlık duygularını dini kisve halinde ifade ediyorlar ama aslında hiçbir dini değeri yoktur. Bunun yanında ciddi sakıncaları vardır; kadın ve erkeği birbirine yabancılaştırır. Kız ve erkeklerin ayrıldığı okullar ortaya çıkar. İki cinsin birbirini tanımamasından ve uzaklaşmasından dolayı yan yollara kapı açılır, sapkınlıklar, aşırı davranışlar görülmeye başlanır."

Geçenlerde de Prof. Süleyman Ateş tren kazaları için "İlâhi takdir" diyenlere kızıyordu. İleriye değil geriye, Osmanlı dönemine doğru olan "değişim" din uzmanlarını da kızdırıyor gördüğünüz gibi!

Eş, dost, akraba dönemi!
Gittiğim sahil yörelerinde okurlarımız pazar yerlerinde, sokaklarda, tanır tanımaz "U dönüşü" yapıyor ve yakama yapışıyorlar:

"Aman Ruhat Hanım şu olayın peşini bırakmayın, sizler olmasanız her şeyi unutturacaklar!"

Olay çok, şikâyet çok ve okurlarımız da eksik olmasınlar gözümüzün üstüne inen şapkalar ve gözlüklerle bile tanıyorlar. Sık sık dertleşiyoruz onun için..

Örneğin halâ en çok tren kazası, deprem ve 'hastanelerdeki olaylar' üzerinde duruyor insanlar. Deprem için gerekli önlemlerin alınmadığını, buna karşılık her gün deprem uzmanlarının çıkıp halkı paniğe sürükleyecek konuşmalar yaptığını, bu konuşmalardan da yine sorumluların değil toplumun endişe duyduğunu söyleyip duruyorlar. Bu duruma kızanlar arasında Gölcük depremini yaşamış ve yakınlarını o depremde kaybetmiş bir hanım vardı;

"Tam kâbuslu uykularım bitmişken yeniden başladı. Bizi korkutacaklarına önlem alsalar ya! Kendileri uyumaya devam ediyorlar" diyordu.

"Hızlandırılmış Tren" kazasının ve ondan sonrakinin unutturulmamasmı, sorumluların mutlaka cezalandırılmasını, istifa etmelerinin sağlanmasını isteyenlerin sayısı bizi yönetenlerin tahmin edemeyeceği kadar çok... Aldığımız 'mail'ler, telefonlar, görüp konuştuğumuz okurlar, konunun asla unutulmayacağını gösteriyor.

İşin ilginç tarafı konuşmalar 'tren'den 'uçağa' atlıyor ve yeni kadrolaşma sonucunda artık uçaklara da güvenmediklerini söylüyorlar.

TCDD Genel Müdürü Karaman da Ulaştırma Bakanı'nın hala oğlu değil miydi?

Hastanelerdeki bakımsızlığı, en fazla dikkat ve temizlik isteyen "yoğun bakını üniteleri"ndeki ilgisizliği, eksikleri, basit nedenlerle hastaneye giren ve hastane virüsü kaparak yaşamını yitiren binlerce hasta olduğunu biliyoruz. Bunları isim vererek yazdığımız zaman arkadan (mahkeme kararıyla) tekzipler geliyor.

Antalya'da Berna Şallı kalçasındaki yağı aldırmak için "liposuction" yaptınrken narkozdan öldü.

Gaziantep'te Merinos Halı İhracat Müdürü Yasemin Balsu, burun ameliyatında "anestezi alerjisinden" öldü. Sadece bizim duyabildiğimiz iki haber...

Bu hastanelerde ameliyat öncesi alerji testi yapılmıyor mu? Denetim yok mu? Böylesine çok sayıda hasta neden virüs kapıyor?

Hemşirelerin özensizliği, hastanelerin bakımsızlığı toplu şikâyet nedeni ama Sağlık Bakanlığı'nın denetimleri arttırdığı hiç duyulmuyor.

Ve dünkü gazetelerde bir başka haber:

"İmam, sağlık müdür yardımcısı yapıldı!"

Hiç bir deneyimi olmayan insanların hayati önem taşıyan görevlere, sırf akraba, eş-dost veya sırf "görüşleri tutuyor" diye getirildiği bir ülkede bu konuların tartışılması ve çare aranması abes değilse nedir?

Dün "Bu hükümet de aynı hataya düşerse ne tespih kalır ne ceket" demiştim. Aynı cümleyi tekrarlıyorum, zaman hızla akıyor ve güven, aynı hızla eriyor..

DİĞER YENİ YAZILAR